Türkiye, Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan ile bunu başardı. Gerçek şu ki, Ortadaoğu'nun asıl talihsizliği, Atatürk'ün yaklaşık 100 yıl önce gördüğü bu evrensel gerçeği 100 yıl sonra bile görebilen bir lider çıkaramamış olmasıdır. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı şöyle diyor: "Çağdaş yaşayabilmek için önce ulus olabilmek gerekiyor. Uluslaşma aşamasını geride bırakmamış hiçbir toplum çağdaşlaşamamıştır, demokratikleşememiştir. Ne demek uluslaşmak? Aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanlar arasında bir biz duygusunun, bir dayanışma duygusunun uyanmış olması demek. Başka bir deyişle kabile düzeninin, aşiret düzeninin geride kalmış olması demek. Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın öncülüğünü yapmaya başladığı zaman 1920'ler Anadolu'sunda 24 etnik kökenden gelen insan vardı, ama bir ulus yoktu. Ve ulus olmadan da çağdaşlaşılamayacağının bilinci Atatürk'te çok belirgin olarak vardı. Burada önemli olan şu: Nasıl bir ulus kavramından hareket ediyorsunuz? Eğer ulusu siz ırka dayandırırsanız, dine dayandırırsanız başka bir ulusçuluğa varırsınız. Ulusçuluğu Atatürk'ün anladığı gibi bir kültür birliğine dayandırırsanız başka bir ulusçuluk anlayışına varırsınız. Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı ortak geçmiş, ortak dil, ortak kültür üzerine kurulu bir ulusçuluk anlayışı idi." Atatürk'ün, Türkiye'deki kurtarıcı etkisinin odağında dağılmış ve yıkılmış çok uluslu bir din-tarım imparatorluğunun küllerinden tam bağımsız, laik ve çağdaş bir ulus devlet kurmuş olması vardır. Özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ve 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında ve sonrasındaki Türk düşmanlığı, Türklerin katledilmesi ve göçe zorlanması, bu sırada Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Ziya Gökalp gibi Türk aydınlarının bilinçli çabası ve İttihat Terakki'nin ulusçu politikalarıyla "Türkçülük" adı altında Türk ulusçuluğu gelişmeye başladı. Bu süreçte Türk Bağımsızlık Savaşı'nın önderi, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal (Atatürk)'ün bilinçli çabaları çok etkili oldu. Bu öylesine bilinçli bir çabaydı ki, Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk), İzmir'in kurtuluşunun ardından, 12 Eylül 1922'de İzmir'den yayımladığı millete beyannamesine "Büyük, asil Türk Milleti" diye başlıyordu. Böylece Türkiye etnik köken, din, hatta mezhep ayrımı ile parçalanmak istenmişti. Bu doğrultuda Cumhuriyetin kurucu anayasası durumundaki 1924 Anayasası'nın 88. maddesinde Türk milleti, "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur" diye tanımlandı. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, 1930 yılından itibaren liselerde okutulan "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" adlı kitabında milleti, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" diye tanımlıyor. Daha sonra uzun uzun Türk milletini anlatıyor: "Türk milleti halk idaresi olan cumhuriyetle idare edilir... Türk devleti laiktir. Her reşit dinini seçmekte serbesttir. Türk milletinin dili Türkçedir... Ahlakın, millet oluşumundaki yeri çok büyüktür, mühimdir..." diye devam ediyor. Atatürk, milleti tanımlarken "etnik ayrımcılığa" da karşı çıkıyor. Atatürk'ün ulus tanımı laiktir. "Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dini yoktur… Devlet idaresindeki bütün kanunlar, kurallar, ilmin çağdaş uygarlığa sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır. Din anlayışı vicdani olduğundan, Cumhuriyet din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür." (M. Kemal Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2010, s. 40-47, 86-87; Atatürk'ün Bütün Eserleri, C. 23, s. 17-24, 58-59) Türkiye Cumhuriyeti'nin belki de en önemli özelliği, Atatürk'ün bu devleti, laik bir ulus devlet olarak kurmuş olmasıdır.
Kaynak: Cumhuriyet
02 Ekim 2024 04:42
Alıntıdır : Haber Kaynağı İçin Tıklayınız
Bu habere çok benzer konularda diğer kaynaklardaki haberlere aşağıdan ulaşabilirsiniz.
Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası'nın Açılışı
"Atatürk, Birinci Endüstrileşme Planı'na göre Sümerbank'ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasını açtı." (9 Ekim 1937) O fabrikalardan biri de tam 87 yıl önce bugün, 9 Ekim 1937'de Atatürk'ün açtığı Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası'ydı. Türkiye'de 1933'te, Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (BBYSP) kapsamında Sümerbank'ın, öncelikle yüksek üretim kapasitesine sahip dokuma fabrikaları kurmasına karar verilmişti. Nazilli Basma Fabrikası'nın projelerini hazırlama görevi Türk-Sovyet ortaklığıyla kurulan Türkstroy'a verilmişti. Nazilli Basma Fabrikası'nın proje çizimlerini, Kayseri Dokuma Fabrikası'nın da çizimlerini yapan Sovyet Mimar İvan Sergeevich Nikolaev yapmıştı. Nazilli Basma Fabrikası'nın 5 milyon liraya mal olacağı hesaplanmış ve iki yılda bitirilmesi planlanmıştı. Fabrika, 28 bin 236 iğe, yılda 2 bin 914 ton pamuk tüketimine ve 20 numara bazında 3 bin ton iplik üretim kapasitesine sahip bir kombina olarak tasarlanmıştı. Nazilli Basma Fabrikası'nın temeli, 23 Ağustos 1935'te Ekonomi Bakanı Celal Bayar tarafından atılmıştı. Temel atma töreninin ardından Aşağı Nazilli'de 502 bin 098 m2'lik alanda Nazilli Basma Fabrikası inşa edilmeye başlanmıştı. 29 Ekim 1937'de açılması planlanan fabrika, daha önce bitirildiği için, planlanandan 20 gün önce, 9 Ekim 1937'de açılmıştı. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Ege Manevraları'na katılmak için 8 Ekim 1937'de Ankara'dan hareket etmiş, 9 Ekim 1937'de Aydın'a ulaşmıştı. 9 Ekim 1937 Pazar günü, sabahın erken saatlerinden itibaren Nazilli kalabalıklaşmaya başlamıştı. Ulus gazetesinin deyişiyle "Kasaba emsalsiz bir bayram şenliği içinde çalkalanıyordu." (Ulus, 10 Ekim 1937). Atatürk orada biraz dinlendikten sonra "Gıdı Gıdı" adlı özel fabrika treniyle Nazilli Basma Fabrikası'na geçmişti. Bayar, 18 ayda kurulan fabrikanın yaklaşık 7.5 milyon liraya mal olduğunu belirtmiş ve üretim kapasitesi hakkında bazı bilgiler vermişti. Celal Bayar'ın konuşmasının ardından fabrika izcileri, Nazilli sporcuları ve kadın erkek fabrika işçileri Cumhurbaşkanı Atatürk'ün önünde resmigeçit yapmıştı. Anahtarın üzerinde "Nazilli Basma Fabrikası, 9/10/1937" yazmaktaydı. Başbakan İsmet İnönü ve Prof. Afet İnan'la birlikte otorayla Nazilli İstasyonu'na geçen Atatürk, oradan saat 16.15'te özel treniyle manevra sahasına doğru hareket etmişti. Sinan Meydan, Cumhuriyetin Sosyo-Kültürel Fabrika Örneği: Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası, Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
09 Ekim 2024 04:44
Dünya Anayasalarında Değiştirilemez Maddeler
Üniter yapı ve cumhuriyet rejimi değiştirilemez. Anayasadaki ifadeyle "Ülkenin bütünlüğüne zarar verecek hiçbir değişiklik usulüne girişilemez ve böyle bir usul sürdürülemez. Hükümetin cumhuriyet niteliği değişiklik konusu yapılamaz." Fransa'da ilk kez 1875 tarihli 3. Cumhuriyet Anayasası'nda 1884'te yapılan değişiklikle "cumhuriyetin değiştirilemeyeceği" kabul edilmişti. Ayrıca Alman Anayasası'na göre 1 ve 20. maddelerde yazılı aşağıdaki ilkeler değiştirilemez: 1. madde: 1) insan onur ve haysiyeti dokunulmazdır. 3- Portekiz Anayasası (1976): 288. maddeye göre anayasada değişiklik yapılırken şunlar değiştirilemez: 9- Bosna Hersek Anayasası (1995): Anayasada yapılan hiçbir değişiklik 2. maddedeki haklara ve özgürlüklere aykırı olamaz ve bu paragrafı değiştirilemez. 2- Brezilya Anayasası (1946 ve 1988): Federal yapı ve cumhuriyet şekli, seçimler, kuvvetler ayrılığı, bireysel haklar ve güvenceler değiştirilemez. 3- Ekvador Anayasası (2008): Anayasada tanınmış olan haklar, devletin temel yapısı veya doğası ve kurucu ögeleri, hakları, güvenceleri ve anayasanın değişiklik usulü değiştirilemez. Azerbaycan devletinin demokratik, hukuki, dünyevi ve üniter bir cumhuriyet olduğu, hâkimiyetin Azerbaycan halkına ait olduğu, kuvvetler ayrılığı ilkesi, cumhurbaşkanının yetkileri ile devletin dilinin Azerbaycan dili olduğunu anlatan 1-2-6-7-8-21. anayasa maddeleri ile insan hak ve özgürlüklerine ilişkin maddeler değiştirilemez. "Anayasal Sistemin Temel İlkleri" başlıklı 1. "Kişi Hak ve Özgürlükleri" başlıklı 2. ve "Anayasa Değişiklikleri" başlıklı 9. bölümdeki maddeler Federasyon Konseyince değiştirilemez. 5- Tacikistan Anayasası (1994): Cumhuriyet rejimi, toprak bütünlüğü, devletin demokratik, seküler, sosyal hukuk devleti olduğu değiştirilemez. 8- İran Anayasası (1979): Resmi din ve mezhep değiştirilemez. 9- Tayland Anayasası (2007): Kralın yönettiği demokratik rejimin değiştirilmesi veya devletin şeklinin değiştirilmesi yönünde anayasa değişikliği teklif etmek yasaktır. Cumhuriyet şekli değiştirilemez. 3- Cezayir Anayasası (1963): Cumhuriyet rejimi, çok partili demokratik düzen, devletin dini, Arapçanın resmi dil olduğu, hak ve özgürlükler, ulusal birlik ve bütünlük, cumhuriyetin sembolleri olarak ulusal amblem ve ulusal marş değiştirilemez. 6- Kamerun Anayasası (1972): Cumhuriyet rejimine, devletin birliği ve toprak bütünlüğüne, devletin demokratik yapısına aykırı hiçbir anayasa değişikliği yapılamaz. Akif Tögel, "Dünya Anayasalarında Değiştirilemez Maddeler ve Türkiye'nin Yeni Anayasası İçin Öneriler", TAAD, Yıl: 7, Sayı: 27, Temmuz 2016, s.769- 792.
25 Eylül 2024 04:39
İlk Dört Maddenin Tarihçesi
Anayasanın 4. maddesi şöyle: "Anayasanın 1. maddesindeki devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesindeki hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez." Birinci Madde: 1982 Anayasası'nın devletin rejimini belirten 1. maddesi, ilk olarak 1921 Anayasası'nda "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir" şeklinde yer aldı. 1924 Anayasası'nda 1. madde "Türkiye Devleti bir cumhuriyettir" haline geldi. İkinci ve üçüncü madde: 1982 Anayasası'nın Cumhuriyet'in temel niteliklerini belirten 2. maddesi ile devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkentini belirten 3. maddesi ilk olarak 1921 Anayasası'nda 29 Ekim 1923'te yapılan değişiklik sonrasında anayasanın 2. maddesinde "Türkiye Devleti'nin dini İslamdır. Resmi dili Türkçedir" şeklinde yer aldı. 1924 Anayasası'nda, "Türkiye Devleti'nin dini İslamdır. Resmi dili Türkçedir. Başkenti Ankara şehridir" şeklini alan bu 2. madde, 10 Nisan 1928'deki anayasa değişikliğiyle "Türkiye Devleti'nin resmi dili Türkçedir; başkenti Ankara şehridir" biçimine dönüştü. 2. madde 5 Şubat 1937'deki anayasa değişikliğiyle "Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır. Resmi dili Türkçedir. Başkenti Ankara şehridir" haline geldi. Ayrıca 1924 Anayasası'ndaki "Her Türk hür doğar, hür yaşar" diye başlayan 68. madde ile hak ve özgürlüklere yer veren 68-88. maddeler, örneğin, "Hiçbir kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefi içtihadından dolayı muaheze edilemez" diyen 75. madde; 1982 Anayasası'nın 2. maddesi ile "Başlangıç" kısmındaki insan hakları, demokrasi, laiklik, sosyal hukuk devleti vurgularına temel oluşturmakta. 1982 Anayasası'nın değiştirilemez ilk üç maddesinin kökleri daha çok 1924 Anayasası'na dayanmakla birlikte, ilk üç madde bugünkü şeklini 1961 Anayasası'nda aldı. 1982 Anayasası'nda, 1961 Anayasası'ndaki bu ilk üç madde aynen korunmakla birlikte 2. maddeye "toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı, Atatürk milliyetçiliğine bağlılık" ilkeleri eklendi. Görüldüğü gibi bugün anayasamızdaki "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek" ilk üç madde, 1921 Anayasası'nın 1923'te değiştirilmesiyle, özellikle 1924 Anayasası'yla ve bu anayasada 1928'de ve 1937'de yapılan değişikliklerle -Atatürk'ün sağlığında- temellendirildi. Türkiye Cumhuriyeti'nde ilk kez, Atatürk döneminde, 1924 Anayasası'nda, değiştirilemez maddeye yer verildi. 1924 Anayasası'ndaki " Cumhuriyetin değiştirilemezliği" ilkesi, 1961 Anayasası'nda da varlığını kordu. (Anayasa Mahkemesi'nin 27.1.1977 günlü, E.1976/43, K.1977/4 sayılı Kararı, AMKD, Sayı 15, s.115.) 1982 Anayasası hazırlanırken Danışma Meclisi'nin, anayasa tasarısının 11. maddesinde, -1961 Anayasası'ndaki gibi- "Devlet şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez" denmişti. Fakat Milli Güvenlik Kurulu'nda yapılan görüşmelerde, devlet şeklinin cumhuriyet olduğuna ilişkin 1. maddeden başka, Cumhuriyetin niteliklerini belirten "Başlangıç" kısmı dahil 2. maddeyi ve devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkentini belirten 3. maddeyi de değişmezlik kapsamına alan 4. madde ortaya çıktı. Böylece 1961 Anayasası döneminde, 1977'de Anayasa Mahkemesi kararıyla güvenceye alınan "Cumhuriyetle birlikte Cumhuriyet'in temel niteliklerinin de değiştirilememesi" hükmü, 1982 Anayasası'nın 4. maddesiyle doğrudan anayasal güvence altına alındı. Sözün özü şu: Bugün anayasamızın 4. maddesine göre "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek" ilk üç maddenin değişmesini isteyenlerin hedefi, anayasadaki ifadeyle, "Atatürk milliyetçiliğine bağlı, devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün, dili Türkçe, bayrağı ay yıldızlı al bayrak, milli marşı İstiklal Marşı, başkenti Ankara olan, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti" Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmaktır.
18 Eylül 2024 05:27
Meb'in Tarihi Çarpıtması
Okullar, 9 Eylül'de açılmasına rağmen, MEB'in "Bağımsızlık ve Vatan Sevgisi" başlıklı dersinin yönergesinde 9 Eylül'den, İzmir'in ve Anadolu'nun kurtuluşundan, Türk Bağımsızlık Savaşı'ndan da eser yok. Çünkü bu topraklarda 9 Eylül'de "Bağımsızlık ve Vatan Sevgisi" denilince Türk ulusunun her ferdinin aklına İzmir gelir, Türk Bağımsızlık Savaşı gelir, Mustafa Kemal Atatürk gelir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti'nde 9 Eylül'de başlayan eğitim öğretim dönemi eğer "Bağımsızlık ve Vatan Sevgisi" dersiyle başlayacaksa bu dersin konusu "Çanakkale'den Gazze'ye Vatan Savunması ve Bağımsızlık Mücadelesi" değil, "Çanakkale'den İzmir'e (hatta İstanbul'a) Vatan Savunması ve Bağımsızlık Mücadelesi" olmalıdır. Eğer Türk Bağımsızlık Savaşı ile İslam dünyası (ve Filistin) arasında bir ilişki kurulmak isteniyorsa, bu da "Çanakkale'deki Türk-Arap ortak direnişi" biçimdeki tarihsel çarpıtmalarla değil, Mustafa Kemal (Atatürk) önderliğindeki Türk Bağımsızlık Savaşı'nın – bağımsızlıkçı Araplar dahil- ezilen, sömürülen tüm mazlum uluslara örnek olduğu tarihi gerçeği üzerinden yapılmalıdır. Ancak Çanakkale Savaşlarında 72. ve 77. alaylar içindeki Araplar -MEB'in kahramanlık hikâyesindeki gibi- çok da kahramanca mücadele etmemişlerdi. Çanakkale'de, 25 Nisan 1915 çıkarmasında, 57. Alay'la düşmanın karşısına çıkan 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, ilk direnişten sonra, 19. Tümen'e bağlı 72. ve 77. alayların da muharebeye katılmasını istemişti. Ancak 77. Alay'dan neredeyse hiç yararlanılamamıştı. 77. Alay, hem Mustafa Kemal (Atatürk)'ün "Arıburnu Muharebeleri Raporu"nda, hem 27. Alay ve 57. Alay komutanlarının yazdıkları ceridelerde çok ağır biçimde eleştirilmişti. 19 Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk), 26 Nisan sabahı 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa'ya gönderdiği bir raporda "Sol cenahta 77. Alay'ın kendiliğinden çekildiğini" yazmıştı. Hüseyin Avni Bey, "Teessürle arz ederim ki… 72. Alay zabitan ve tabur komutanının korkaklığı yüzünden bu taburun cephesindeki düşman siperi zapt edilememiştir" diyerek bunların yerine 125. Alay'dan bir tabur gönderilmesini istemişti. I. Dünya Savaşı'nda bazı Arap aşiretlerinin İngilizlerle birlikte hareket edip Osmanlı'ya karşı savaştığını ve Osmanlı'nın, 1917-1918'de, İngiliz-Arap ortak hareketi sonrasında Suriye ve Filistin'i kaybettiğini gizledi. I. Dünya Savaşı'nın başlarında, Şerif Hüseyin'in oğullarından Emir Abdullah, 14 Temmuz 1915'te Kahire'de, Arap Yarımadası'nın ve halifeliğin "Arap ulusunun" hakkı olduğunu söyleyerek bir Arap Devleti kurulması için İngilizlerden yardım istedi. 9 Eylül 1915'te bu sefer Şerif Hüseyin, İngilizlerden, söz konusu Arap Devleti'nin sınırlarıyla ilgili bir antlaşma yapılmasını istedi. MEB, Osmanlı'ya karşı Arap isyanının temellerinin atıldığı 9 Eylül'de okullarda Türk-Arap birlikteliğini anlattırdı.) 24 Ekim 1915'te İngiliz McMahon, Arap Şerif Hüseyin'e gönderdiği meşhur mektubunda "Büyük Britanya, Mekke Şerifi'nin talep ettiği sınırlar dahilindeki bölgelerde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye hazırdır" diyordu. 15-16 Mart 1916'da İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından imzalanan Sykes-Picot Antlaşması'na göre Filistin'in de içinde olduğu Ortadoğu, İngiliz, Fransız mandasında Osmanlı'dan ayrılacaktı. I. Dünya Savaşı'nda Suriye-Filistin Cephesindeki Türk ordusu, Arap isyancılarca desteklenmiş İngiliz ordularına karşı savaşmak zorunda kalmıştı. Allenby, Lawrence'den, Arapların 16 Eylül 1918'de Hicaz hattına saldırmasını istemişti. Suriye-Filistin Cephesinde, 19 Eylül 1918'de başlayan İngiliz genel taarruzu karşısında Liman von Sanders'in komutasındaki Yıldırım Orduları dağılmış, 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, dağılan orduları derleyip toplayıp Halep'in kuzeyine çekmişti. Mustafa Kemal Paşa, 25 Ekim 1918'de, Halep'te Türk ordusuna saldırılan Arap isyancı kuvvetlerle savaşmıştı. Mustafa Kemal Paşa, 25 Ekim 1918'de birlik komutanlarına şu emri vermişti: "Bu akşam Halep ilerisindeki kuvvetleri geri çekeceğim, yarın Halep'in kuzeybatısında İngiliz ve Araplarla muharebe edeceğim. Buna göre hareketi düzenleyiniz." (Atay, s. 67-69)
11 Eylül 2024 04:30
'Alp Kadınlardan Kadın Teğmenlere' Mustafa Kemal'in Askeri Olmak
Mustafa Kemal'in askeri olmak, tam bağımsız, üniter, laik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin askeri olmak demektir. 30 Ağustos'tan beri genç teğmenlerimizi konuşuyoruz. Genç teğmenlerimizin mezuniyet törenlerinde kılıçlarını havaya kaldırarak ettikleri, vatana, millete, laik ve çağdaş Cumhuriyete bağlılık yemini ve "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganı, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarını çok rahatsız etti. Türk tarihinde, uzun bir aradan sonra, 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı'nda Türk Alp kadınları yeniden sahne aldılar. Atatürk, bu topraklarda her şeyden önce üç şeyi özgürleştirdi: Akıl, vicdan ve kadın. 1930-1934'te seçme seçilme hakkı ile Türk kadını Meclis'e girdi, milletvekili oldu. (Ulus, 28 Mart 1938) 1955 yılında ilk olarak İnci Arcan Kara Harp Okulu'na girdi. 1955 yılında Kara Harp Okulu'na 3, Hava Harp Okulu'na 6, Deniz Harp Okulu'na 4 kadın öğrenci kaydedildi. 30 Ağustos 1957 günü genç kadın subaylara Türk Silahlı Kuvvetleri'nde silah kuşanma hakkı verildi. Kadınlar, 1992'de ikinci kez Harp Okullarına girme hakkını elde ettiler. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde kurulan Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarına öğrenci alım şartları değişti. 2024'te Cumhuriyetimizin 101. yılında, ilk kez Kara, Hava ve Deniz Harp Okullarının birincileri kadın teğmenler oldu. Bu başarı, hiç şüphesiz Atatürk'ün, laik Cumhuriyetin ve Türk kadınının başarısıdır. Dönemin kaynaklarında, Mustafa Kemal'in önderliğinde vatan savaşı veren Türk ordusunun bireyleri "Mustafa Kemal'in askerleri", aynı amaçla mücadele eden Kuvayı Milliyeciler "Kemalci" veya "Kemalist" diye adlandırılmıştı. Çünkü bu toprakların hâlâ Türk vatanı olarak kalmasını sağlayan Çanakkale'nin Anafartalar kahramanı, Milli Mücadele'nin örgüt lideri, ilk TBMM'nin başkanı ve Kurtuluş Savaşı'nda Türk ordusunun başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk'tü. Osmanlı'nın küllerinden bir Türkiye Cumhuriyeti çıkaran Mustafa Kemal Atatürk'ten başkası değildir. Dolayısıyla Türk ordusu, Türk milleti ve Türk devleti Mustafa Kemal Atatürk'le özdeşleşmiştir. Mustafa Kemal'in askeri olmak, herhangi bir tarikatın, cemaatin müridi olmamak demektir. Son yıllarda Atatürksüz yeni bir milliyetçilik (yerlilik, millilik) üretme projesi kapsamında "Türk milleti, Türk ordusu ve Mustafa Kemal Atatürk" arasındaki bağ koparılmak istendi. Evet, hepimiz, "Mustafa Kemal'in askerleriyiz!" Merve Yalımel- Özgür Türker, "Cumhuryetin Alp Kadınları ve Karşılaştıkları Zorluklar," Türk Dünyasında Alp Kadın Uluslararası Sempozyumu, 8-10 Mart 2022.
04 Eylül 2024 10:15
'Alp Kadınlardan Kadın Teğmenlere'
Mustafa Kemal'in askeri olmak, tam bağımsız, üniter, laik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin askeri olmak demektir. 30 Ağustos'tan beri genç teğmenlerimizi konuşuyoruz. Genç teğmenlerimizin mezuniyet törenlerinde kılıçlarını havaya kaldırarak ettikleri, vatana, millete, laik ve çağdaş Cumhuriyete bağlılık yemini ve "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganı, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarını çok rahatsız etti. Türk tarihinde, uzun bir aradan sonra, 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı'nda Türk Alp kadınları yeniden sahne aldılar. Atatürk, bu topraklarda her şeyden önce üç şeyi özgürleştirdi: Akıl, vicdan ve kadın. 1930-1934'te seçme seçilme hakkı ile Türk kadını Meclis'e girdi, milletvekili oldu. (Ulus, 28 Mart 1938) 1955 yılında ilk olarak İnci Arcan Kara Harp Okulu'na girdi. 1955 yılında Kara Harp Okulu'na 3, Hava Harp Okulu'na 6, Deniz Harp Okulu'na 4 kadın öğrenci kaydedildi. 30 Ağustos 1957 günü genç kadın subaylara Türk Silahlı Kuvvetleri'nde silah kuşanma hakkı verildi. Kadınlar, 1992'de ikinci kez Harp Okullarına girme hakkını elde ettiler. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde kurulan Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarına öğrenci alım şartları değişti. 2024'te Cumhuriyetimizin 101. yılında, ilk kez Kara, Hava ve Deniz Harp Okullarının birincileri kadın teğmenler oldu. Bu başarı, hiç şüphesiz Atatürk'ün, laik Cumhuriyetin ve Türk kadınının başarısıdır. Dönemin kaynaklarında, Mustafa Kemal'in önderliğinde vatan savaşı veren Türk ordusunun bireyleri "Mustafa Kemal'in askerleri", aynı amaçla mücadele eden Kuvayı Milliyeciler "Kemalci" veya "Kemalist" diye adlandırılmıştı. Çünkü bu toprakların hâlâ Türk vatanı olarak kalmasını sağlayan Çanakkale'nin Anafartalar kahramanı, Milli Mücadele'nin örgüt lideri, ilk TBMM'nin başkanı ve Kurtuluş Savaşı'nda Türk ordusunun başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk'tü. Osmanlı'nın küllerinden bir Türkiye Cumhuriyeti çıkaran Mustafa Kemal Atatürk'ten başkası değildir. Dolayısıyla Türk ordusu, Türk milleti ve Türk devleti Mustafa Kemal Atatürk'le özdeşleşmiştir. Mustafa Kemal'in askeri olmak, herhangi bir tarikatın, cemaatin müridi olmamak demektir. Son yıllarda Atatürksüz yeni bir milliyetçilik (yerlilik, millilik) üretme projesi kapsamında "Türk milleti, Türk ordusu ve Mustafa Kemal Atatürk" arasındaki bağ koparılmak istendi. Evet, hepimiz, "Mustafa Kemal'in askerleriyiz!" Merve Yalımel- Özgür Türker, "Cumhuryetin Alp Kadınları ve Karşılaştıkları Zorluklar," Türk Dünyasında Alp Kadın Uluslararası Sempozyumu, 8-10 Mart 2022.
04 Eylül 2024 04:45
Büyük Taarruz Öncesinde Padişah Vahdettin
Padişah Vahdettin, 21 Ağustos 1920'de İngiliz Robeck'le görüştü. Padişah bu görüşmede Mustafa Kemal ve arkadaşlarından "Ülkesini yıkmış olan maceraperestler" diye söz etti. Padişah Vahdettin, Londra Konferansı sırasında, 23 Mart 1921'de de sırasıyla İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcileriyle görüştü. "Salonda, sultan, ben ve yardımcım Andrew Ryan'dan başka kimse yoktu. Sultan kendi tercümanını salıverdi ve Ryan'ın tercümanlık etmesini buyurdu. Sonra da Londra'da yapılmakta olan konferansla ilgili Mustafa Kemal'den Tevfik Paşa'ya gönderilmiş üç telgrafa değindi. Ankara'nın kendi tahtını tehlikeye düşürmek ve kendi yetkisini kırmak amacı güttüğünü söyledi. Şunları ekledi: Anadolu'da durum şöyledir: Bir avuç haydut orada erki ele geçirmiştir. Sayıları azdır, ama tam olarak halkın boğazına ilmiği geçirmişlerdir ve halkın itaatkâr, korkak ve yoksul olmasından yararlanmaktadırlar. Onların gücü, kendi çıkarları olan 16 bin subayın desteğine dayanır. Ankara önderleri (Mustafa Kemal ve arkadaşları), bu ülkede gerçek çıkarları olmayan, ülkeyle kan ve başka ilişkileri olmayan kişilerdir. Mustafa Kemal, kökeni bilinmeyen Makedonyalı bir asidir. Onun kanı, Bulgar, Yunan veya Sırp kanı olabilir. Türk olmayan, Arnavut, Çerkez olan hepsi de birbirine benzemektedirler. Onlar arasında tek bir gerçek Türk yoktur. Buna rağmen ben ve hükümetim onların önünde güçsüzüz. Gerçek Türkler merkeze sadıktır ama tehdit ediliyor ve aldatılıyorlar. Bu adamlar bana boyun eğdirmeye çalışıyorlar ve dıştan Bolşeviklerden yardım sağlamaya uğraşıyorlar…" (2) İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Sakarya Meydan Muharebesi'nden bir süre sonra, 9 Ocak 1922'de, Lord Curzon'a gönderdiği bir raporda Mustafa Kemal Paşa'yı etkisizleştirmek için Padişah Vahdettin'e verilecek görevden şöyle söz ediyordu: "Müttefikler aralarında birliği sürdürür ve padişaha bir antlaşma sunarak onaylatabilirlerse padişahın Anadolu'ya başvurarak halkın desteğini sağlaması, (Mustafa) Kemal'i güç bir durumda bırakması olanaklıdır." (3) İngiltere Büyükelçiliği Baştercümanı Ryan'ın, 7 Şubat 1922'de Londra'ya gönderdiği "Mustafa Kemal Paşa'yı devirme planına" göre de Mustafa Kemal Paşa dışarıdan İtilaf Devletleri'nin askeri gücüyle değil, içeriden saltanatın gücüyle devrilecekti. Böylece Mustafa Kemal de kendiliğinden etkisizleştirilmiş olacaktı. Özetle İngiltere, Vahdettin'i kullanarak Mustafa Kemal'i devirmeyi planlıyordu. 24 Ocak 1922 günü Sir Horace Rumbold, Sadrazam Damat Ferit'le görüştü. Padişah Vahdettin, 25 Mart 1922'de, yani Büyük Taarruz'dan 5 ay önce, İngiltere'ye bir teklifte bulundu. 25 Mart 1922'de Padişah Vahdettin, Sadrazam Tevfik Paşa'yı gizlice İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold'a gönderdi. İngiliz Arşivlerinde bulduğu bu belgeyi 1972 yılında "İngiliz Belgeleri İle Sakarya'dan İzmir'e" adlı kitabında yayımlayan Bilal Şimşir'in söz konusu belge hakkındaki şu yorumu dikkat çekicidir: "Osmanlı hanedanının son padişahı ne kadar da alçalabilmişti! Düpedüz bir memleket parçasını satmayı teklif ediyordu. İkinci Abdülhamit'in İngiltere'ye Kıbrıs Adası'nı verdiği gibi Sultan Vahdettin de boğazlar bölgesini vermeyi teklif ediyordu. İngiltere, Boğazlar bölgesinde kendi askerlerini bulundurabilecekti. Ama o kadarla da kalmayacaktı. Bu bölgenin idaresini de alacaktı. Kaldı ki, boğazları İngiltere'ye devretme teklifi Edirne'yi almak için yapılmıyordu. Asıl derin saik Mustafa Kemal korkusuydu. Sultan Vahdettin, Mustafa Kemal yüzünden tahtının elden gidebileceğini anlamaya başlamıştı. Tahtını koruyabilmek kaygısıyla boğazlar bölgesini İngiltere'ye devretmeyi adeta yalvarırcasına teklif ediyordu." (8) Padişah Vahdettin daha sonra, Mustafa Kemal'in Mehmet Ali Paşa gibi isyan ettiğini belirtiyor. Padişah Vahdettin, 7 Ağustos 1922'de, İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold'la bu görüşmeyi yaptığında, 26 Ağustos 1922'deki Büyük Taarruz'un başlamasına sadece 19 gün vardı. 1. Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı, Ankara, 2007, s.109. 3. FO, 371/7853/E, 320, Rumbold'tan Curzon'a telgraf, 6.1 1922; Sonyel, s.160. 7. Antlaşmanın tüm maddeleri için bkz. FO, 371/7860, P.37-41. Ayrıca bkz. FO, 371/7859/E.3443; Şimşir, s. 388-390.
28 Ağustos 2024 05:10
İngiltere Lozan'ı Neden Mi Geç Onayladı?
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı fesli Kadir ve müritlerine göre sözüm ona "Türkiye Lozan'da İngiltere'yle bir gizli antlaşma imzalayarak halifeliği kaldırma sözü vermiş! Bu nedenle İngiltere, halifelik kaldırılana kadar Lozan'ı onaylamamış!" Lozan'ın İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya tarafından onaylanıp yürürlüğe girmesinin 100. yıldönümünde bu yalana yanıt verelim. 23 Ağustos 1923'te TBMM, iki gün sonra 25 Ağustos 1923'te de Yunan Parlamentosu Lozan Antlaşması'nı onayladı. İngiltere, Fransa ve İtalya ise kapitülasyonlar başta olmak üzere Türkiye'deki eski ayrıcalıklarını kaybedip üstüne üstlük, tam bağımsız yeni Türkiye'yi tanımak zorunda kalacakları için Lozan Antlaşması'nı onaylamak için hiç de acele etmediler. Lozan Barış Antlaşması, 24 Temmuz 1923'te imzalandıktan sonra İngiliz Parlamentosu kapanıp tatile girdi. İngiltere Parlamentosunda Lozan Barış Antlaşması'nın onaylanması, antlaşmanın imzalanmasından yaklaşık 5.5 ay sonra ancak 15 Ocak 1924'te gündeme geldi. Bu hükümet Lozan'ı onaylamayı düşünüyordu. İngiltere'de Lozan Antlaşması'nın onaylanmasıyla ilgili yasa tasarısı 6 Mart 1924'te Lordlar Kamarası'nda kabul edilip Avam Kamarası'na gönderildi. Avam Kamarası'nda 6 Haziran 1924'te gerçekleşen Lozan görüşmelerinde, İngiliz sömürgelerinden Lozan Konferansına tam yetkili temsilcilerin çağrılmaması eleştirildi. (6) Sevr ile Lozan'ı karşılaştıran İngiliz politikacılar, İngiltere'nin Sevr'de kazandıklarını Lozan'da kaybetmesi nedeniyle genel olarak Lozan'ı eleştirdiler. Doğru, ancak Lozan, medeniyetin değil emperyalizmin yenilgisidir. (8) Çok daha önemlisi İngiltere, hiç de memnun olmadığı Lozan'ı onaylamak için acele etmiyordu. Avam Kamarası'nda 1 Nisan 1924'te görüşülmeye başlanan Lozan Antlaşması, 6 Haziran 1924'te İngiliz Parlamentosu'nda onaylandı. İngiltere'de Lozan'ın onay süreci, onay belgelerinin Paris'e teslim edildiği 6 Ağustos 1924'te tamamlanabildi. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Henderson, Lozan'ın imzalandığı gün, 24 Temmuz 1923'te Türkiye'deki gelişmeleri Londra'ya raporlarken, son zamanlarda Mustafa Kemal'in etkinliğinin hızla azaldığını, saltanatın kaldırılmasının, Halk Partisi'nin kurulmasının ve kişisel husumetlerin bunda etkili olduğunu belirterek şöyle diyordu: "İstanbul'da saltanatı yeniden diriltmek yönünde önemli bir cereyan var. Doğu Anadolu'da saltanatçıdır sanılıyor, ama Anadolu'nun öteki bölgelerinde ve özellikle Ankara'da saltanatı diriltme emeli yok. Mustafa Kemal'in kişisel muhalifleri de saltanatçılığa dayanmak istiyorlar. (Mustafa) Kemal artık eskisi kadar Türkiye'nin lideri durumunda değil. Kontrolü, önemli ölçüde geri alamayacağı biçimde Rauf Bey'e kaptırmış görünüyor." Henderson'un telgrafının satır aralarından, Lozan imzalanırken İngiltere'nin, Türkiye'de saltanatçı-hilafetçi muhalefetin güçlenmesini ve Mustafa Kemal'in zayıflamasını beklediği anlaşılıyor. Bu nedenle İngilizler, memnun olmadıkları Lozan'ı onaylamak, Türkiye'yi diplomatik olarak tanımak ve Ankara'da büyükelçilik açmak için hiç acele etmediler. Ayrıca Lozan'ı geç onaylayan tek ülke İngiltere değildi. Çünkü Lozan, Fransız çıkarlarına da aykırıydı. 8. Ozan Özavcı, "Türkiye'nin Kurucu Barış Antlaşması İmzalandı: 24 Temmuz…", Oksijen, 29 Ekim Özel Eki, 28 Ekim-3 Kasım 2002, s.13.
21 Ağustos 2024 09:15
Atatürk'ün Demokrasi Denemesi Ve Laiklik
12 Ağustos 1930'da, Türkiye'de Atatürk'ün isteğiyle CHP'nin karşısında Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) adlı bir parti kuruldu. Böylece genç Türkiye Cumhuriyeti, 1925'teki başarısız Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası denemesinden beş yıl sonra ikinci defa çok partili hayat denemesi yapmış oldu. Halkın ekonomik durumu iyi değildi. Atatürk "liberal" anlayışı yansıtacak biçimde partiye Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) adını verdi. Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluşu öncesinde M. Kemal Atatürk ve Fethi Okyar arasında karşılıklı mektuplaşmalar oldu. Fethi Okyar, 9 Ağustos 1930'da Atatürk'e verdiği bir mektupta "laik" ve "cumhuriyetçi" bir parti kuracağını belirtti. Atatürk de 11 Ağustos 1930'da Fethi Okyar'a bir mektup verdi. SCF'yi kurmak için gereken parayı da veren Atatürk, CHP'den bazı milletvekillerinin de SCF'ye geçmesini sağladı. Genel Başkanlığa Fethi Okyar, genel sekreterliğe ise Nuri Conker'in getirildiği SCF, 14 milletvekiliyle çalışmaya başladı. SCF'nin kurulmasından sonra başka partiler de ortaya çıktı. SCF'liler Atatürk'ün Fethi Okyar'la birlikte olduğu fotoğrafları çoğaltıp dağıttılar, dükkânlara astılar. SCF Genel Başkanı Fethi Okyar, siyasi çalışmalara hızlı başladı. Ancak Atatürk, Fethi Okyar'ı uyardı. Fethi Okyar, 4 Eylül 1930'da İzmir'de büyük bir coşkuyla karşılandı. Fethi Okyar, bu durumu Atatürk'e bildirince Atatürk, şu yanıtı verdi: "Anlıyorum ki sana konuşmanı yaptırmak istemiyorlar. Fakat sen ne olursa olsun konuşmanı yapacaksın ve karşılaşacağın engeli bana bildireceksin. Güvenlik için başbakan, içişleri bakanı, İzmir valisi gereken önlemleri almakla yükümlüdür." Fethi Okyar'ın konuşması 7 Eylül'e ertelendi. Yani İzmir'de hem CHP'liler hem SCF'liler vardı. 5 Eylül'de kalabalık bir grup CHP binasına saldırdı; insanlar kapıları, pencereleri, camları kırıp içeri daldılar. Fethi Okyar, 7 Eylül'de Alsancak Stadyumu'nda konuştu. 9 Eylül 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Yunus Nadi, Atatürk'e seslenen bir "Açık Mektup" yayımladı. Atatürk bu açıklamasıyla SCF'ye ciddi bir uyarı yaptı. Fethi Okyar, İzmir'den Manisa'ya geçti. 5 Ekim 1930'da başlayan belediye seçimleri sonuçlandığında 602 belediyeden 22'sini SCF kazandı. Atatürk, 1 Kasım 1930'daki Meclis konuşmasında SCF denemesini kastederek "Bu deneyden Türk ulusu Cumhuriyet'in yaşaması ve gelişmesi için yararlanmalıdır" dedi. Ancak Fethi Okyar, siyaseten Atatürk'le karşı karşıya gelmemek gerekçesiyle 17 Kasım 1930'da SCF'yi kapattı. Laik Cumhuriyeti yıkmak isteyen gericilerle ülkeyi demokratikleşmek mümkün değildi. 1930- 1931 yıllarında yurt genelinde bir inceleme gezisine çıkıp halkın dertlerini, sorunlarını bizzat dinledi. Atatürk'ün hazırladığı bu laik altyapı sayesinde SCF denemesinden 15 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti, 1946'da çok partili hayata geçti. Ancak Atatürk, 1930'da Türkiye'yi çok partili hayata geçirirken kurulacak partilerin "laik Cumhuriyete bağlı" olmalarını istemişti.
14 Ağustos 2024 05:03
Iı. Abdülhamit Sansürü
II. Abdülhamit hafiyelerle, jurnallerle, sürgünlerle nefes aldırmayan bir istibdat (baskı) rejimi kurdu. Bu baskı rejiminin en önemli ayaklarından biri de basın sansürüydü. 22 yıllık siyasal İslamcı AKP iktidarının her geçen gün artan yasaklarıyla şekillendirdiği baskı düzeni, AKP iktidarının rol modeli II. Abdülhamit'in baskı düzeninin en önemli parçası "basın sansürünü" akla getiriyor. Osmanlı'da 19. yüzyılda ilk gazetelerin yayımlanmaya başlanmasından bir süre sonra basını kontrol etmek amacıyla çeşitli yasal düzenlemeler yapıldı. Osmanlı'daki ilk basın kanunu, Sultan Abdülaziz döneminde, Fransız Basın Yasası'ndan alınıp 1864'te yürürlüğe koyulan Matbuat Nizamnamesi (Basın Kanunu) idi. 1909'a kadar yürürlükte kalacak olan 1864 Basın Kanunu'ndaki basın yasakları bir süre sonra Osmanlı Hükümetine yeterli gelmedi. 16 Mart 1867 tarihinde yayımlanan Âli Kararname ile basın yasakları artırıldı. 12 Mayıs 1876'da Sadrazam Mahmut Nedim Paşa da kısa süre yürürlükte kalan ilk sansür kararnamesini yayımlattı. II. Abdülhamit'in, aşırı kuşkuculuğu, tahttan indirilme ve öldürülme korkusuyla da birleşince 33 yıllık saltanatı tam anlamıyla bir "korku saltanatı" haline gelecekti. II. Abdülhamit'in aşırı kuşkusu ve büyük korkusu bakanları, orduyu, öğrencileri, ulemayı ve tüm sistemi çok sıkı biçimde kontrol etmesine neden oldu. II. Abdülhamit döneminde devlet görünüşte Babıâli'den, gerçekte saraydan yönetilirdi. II. Abdülhamit, kendisine en çok biat edenleri seçerdi. II. Abdülhamit'in kuşkuları ve korkuları her şeyi denetleme ve herkesi kontrol etme içgüdüsüne dönüşmüştü. Bülent Tanör Abdülhamit'in baskı rejimini şöyle anlatıyor: "Osmanlı ülkesi, II. Meşrutiyet'e kadar (1908) Abdülhamid'in baskıcı ve karanlık rejimi altında yönetildi. Başta Midhat Paşa olmak üzere, meşrutiyetçiler şu ya da bu yolla saf dışı bırakıldı, başkentten uzaklaştırıldı ya da satın alındı. Kişi güvenliği ve özgürlüğü tamamen yok edilerek, hafiyelik ve jurnalcilik ağıyla tam bir 'korku devleti' kuruldu. Tahmin edilebileceği gibi, bu dönemde bütün devlet yetkileri padişahın elinde toplandı. Sadrazam ve vekiller basit birer idare amiri durumuna düştüler." (Tanör, s. 21) 1876 Kanunu Esasisi'nin 12. maddesine göre "Basın, kanun dairesinde hürdür". II. Abdülhamit dönemi basın sansürünün ilk örneği, Teodor Kasap'ın, Hayal adlı mizah dergisinde Kanuni Esasi'nin 12.maddesine gönderme yaptığı bir karikatür yüzünden 3 yıl hapis cezasına çarptırılması oldu. 2 Ekim 1877 tarihli İdare-i Örfiye Kararnamesi (Sıkıyönetim Nizamnamesi) ile hükümete, gerekli gördüğünde gazeteleri tatil etme ve hatta kapatma yetkisi verildi. Böylece II. Abdülhamit sansürüne yasal dayanak oluşturuldu. 1 Mart 1878'de II. Abdülhamit'in sadık adamlarından bir sansür heyeti kurularak Matbuat Müdürlüğü'ne bağlandı. 22 Ocak 1888'de yeni bir Matbaalar Nizamnamesi yürürlüğe girdi. Açılan tabutun yanında "sansür", Sultan II. Abdülhamit'in elindeki levyenin üstünde "Matbuat Kanunu" yazıyor. Kalem, Sayı: 24, 6 Şubat 1909. II. Abdülhamit basını kontrol etmek için gazetelere aylık ödenek bağlamıştı. II. Abdülhamit'i rahatsız eden çok sayıda kelime yasaklandı. II. Abdülhamit, muhalif gazetecilerden ve aydınlardan hoşlanmazdı. 2.5 yıl sonra Midilli mutasarrıfı yapıldı. II. Abdülhamit döneminde sudan bahanelerle gazeteler ve dergiler kapatıldı. Görülen o ki rol modeli II. Abdülhamit olan AKP iktidarı, sansür ve baskı rejimi konusunda da II. Abdülhamit'i örnek alıyor.
07 Ağustos 2024 05:56
Vahdettin Restorasyonu 'Yıldız Sarayı'yla Birlikte Vahdettin'i De Kurtarmak!'
"Bugün bu makamı işgal eden zat (Vahdettin), bu millet ve memleket için hain bir adamdır. Müsaade buyurunuz, hain bir adamdır." (Mustafa Kemal Atatürk, 25 Eylül 1920) Erdoğan, konuşmasında, Mustafa Kemal Paşa'nın, Samsun'a gitmeden önce, Yıldız Sarayı'nda Padişah Vahdettin'le yaptığı görüşmede, Padişah Vahdettin'in, Mustafa Kemal Paşa'ya "Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!" dediğini aktararak bir anlamda Kurtuluş Savaşı'nı Yıldız Sarayı'ndan Padişah Vahdettin'in başlattığı algısını oluşturmaya çalıştı. Kurtuluş Savaşı'nda İngilizlerle işbirliği içinde Mustafa Kemal'in önderliğindeki milli direnişe karşı elinden geleni ardına koymayan ve savaş sonrasında "Hayatımı tehlikede görüyorum!" diyerek İngilizlere sığınıp Türkiye'den kaçan Padişah Vahdettin'i aklama çabası, Necip Fazıl'dan Fesli Kadir'e, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığıyla yeni bir tarih yazanların ortak amacı oldu. Bu kapsamda özellikle "Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal'i, Milli Mücadele'yi örgütlesin diye, Anadolu'ya gönderdi!" tezi topluma kabul ettirilmeye çalışıldı. Erdoğan, sözlerini, Mustafa Kemal Atatürk'ten yaptığı şu alıntıyla sürdürdü: Öncelikle, "Mustafa Kemal, Atatürk'ün ağzından aktarılan bu sözlerin kaynağı ne" diye sorulabilir. (Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün Bana Anlattıkları, Cumhuriyet Kitapları, 1998, s. 5) Konuyla ilgili ayrıntılı bilgisi olmayan hemen herkes, Mustafa Kemal Atatürk'ün bu sözlerini okuyunca, "Padişah Vahdettin'in, Mustafa Kemal'i, düşmana karşı savaşıp devleti kurtarması için Samsun'a gönderdiğini" düşünebilir. Yıllardır, Vahdettin'i aklamaya çalışan siyasal İslamcı tarih yazarları, Mustafa Kemal Atatürk'ün 1926 yılında Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayınlanmak üzere Falih Rıfkı Atay'a anlattığı anılardaki Vahdettin'le görüşme bölümünü keserek, sansürleyip servis etmektedirler. Vahdettin'in, "Paşa paşa devleti kurtarabilirsin!" sözleri hakkında Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptığı değerlendirmeyi halktan saklamaktadırlar. Padişah Vahdettin de "Mustafa Kemal'i, Samsun'a ben gönderdim!" demiyor. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçip de kendisine verilen 9. Ordu Müfettişliği görevinin tam tersine halkı direnişe çağırınca, halkın silahlarını toplamak yerine halka silah dağıtınca, şûralara son vermek yerine yeni şûralar (kongreler) toplayınca İngilizlerin isteği ile Osmanlı Saray Hükümeti Mustafa Kemal Paşa'yı önce 8 Haziran 1919'da İstanbul'a geri çağırdı, sonra 8 Temmuz 1919'da Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa'yı 9. Ordu Müfettişliği görevinden aldı. Mustafa Kemal Paşa'nın rütbeleri de geri alındı. Nisan 1920'de ise Osmanlı Saray Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarının katli vaciptir fetvaları yayımladı, sarayın mahkemesi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idamına karar verdi. Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Refet Paşa ve arkadaşlarının idam karalarını onayladı. Atatürk'ün Halife-Padişah Vahdettin hakkındaki yargısı açıktı. "Aciz, adi, his ve idrakten mahrum bir mahlûk, kabul eden herhangi bir ecnebinin himayesine girebilir. Fakat böyle bir mahlukun bütün Müslümanların halifesi sıfatını taşıdığını söylemek elbette doğru değildir." (Atatürk, Nutuk/ Söylev, TTK Yayını, Ankara 1989, s. 1-2, 924-925)
31 Temmuz 2024 04:47
Lozan Düşmanlığı Ve Psikopolitik Saldırı
Bugün 24 Temmuz 2024; tam bağımsız, üniter ve laik Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin atıldığı Lozan Barış Antlaşması 101 yaşında. Türkiye'de Lozan Antlaşması'na yönelik saldırılar özellikle 1960'larda arttı. Bu tür Lozan yalanlarının kaynağı, 1923-1950 yılları arasında milletvekilliği de yapan İbrahim Arvas'ın hatıra notlarıydı. Ulus, 24 Temmuz 1939, s.1 Sevtap Demirci'nin deyişiyle Lozan'da "Misakı Milli neredeyse tamamıyla gerçekleşti; Trakya ve Güney sınırları, Musul dışında, Misakı Milli'de tanımlandığı gibiydi. Savaş tazminatı ödenmedi ve bir Ermeni devleti kurdurulmadı. Kapitülasyonlar kaldırıldı ve Fransızlarla İtalyanlar umdukları elverişli iktisadi ve mali koşulları elde edemediler. Her ne kadar Türkiye boğazlar üzerinde tam denetime sahip olmasa da nihai bağımsızlığını ve egemenliğini tehdit eden birçok koşul kaldırıldı. Yunanistan ile Türkiye arasında planlanan nüfus mübadelesi gerçekleşti. Osmanlı borçları, kendisinden sonra kurulan devletler arasında paylaştırıldı. Yalnızca Musul sorunu çözümsüz kaldı ve Milletler Cemiyeti'ndeki görüşmelere havale edildi." (2) Son tahlilde, 1923 koşullarında Lozan Barış Antlaşması'ndan daha iyi bir antlaşma imzalamak olanaksızdı. Özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan 1919-1922 Kurtuluş Savaşı'na kadar devam eden yıkıcı savaşlar sırasında hayatını kaybeden ve kaybedilen topraklardan göç etmek zorunda kalan insanların sürekli anlatılarak güncelliğini koruyan acıları bir travmaya dönüşmüştü. Bu bağlamda Deniz Ülke Arıboğan ve Hadiye Yılmaz Odabaşı'nın, "Travmadan Zafere: Lozan Antlaşması'nın Psikopolitiği", "Psikopolitik İşlevi Açısından Lozan Antlaşması Nasıl Okunmalı" başlıklı ortak makalelerinde ve "Travmadan Zafere: Türk Ulusal Kimliğinin Psikopolitik Hikâyesi" adlı ortak kitaplarında ileri sürdükleri Lozan'ın "seçilmiş zafer" olduğu tezi dikkat çekicidir. Bir seçilmiş zafer olarak Lozan Barış Antlaşması da "Erken Cumhuriyet Devri ulusal kimliğin inşasında ve sonraki devirlerde de bu kimliğin güçlendirilmesinde önemli işlevler yüklenmiş taşıyıcı sütunlardan birisi olmuştur." (5) Bu çerçevede Lozan'ın yıl dönümleri 1950'lere kadar "Lozan Günü" ve "Lozan Barış Bayramı" olarak kutlandı. Bu saldırının asıl hedefi sanıldığı gibi Lozan Antlaşması değil, Lozan'ın yarattığı "Yeni Türkiye" ve Lozan'ın yarattığı yeni toplumsal psikolojidir. Lozan Günü'müz, Lozan Barış Bayramı'mız kutlu olsun. 1- Resul Babaoğlu, "Lozan Hafıza Savaşları: Karşıtlar Ne Dediler?", Toplumsal Tarih, Temmuz 2023, S.355, s.43. 2- Sevtap Demirci, Belgelerle Lozan, Alfa Yayınları, İstanbul, 2011, s. 198. 3- Deniz Ülke Arıboğan-Hadiye Yılmaz Odabaşı, "Travmadan Zafere: Lozan Antlaşması'nın Psikopolitiği," 100. Yılında Lozan Barış Antlaşması, İBB Yayınları, İstanbul, 2023, s. 1146-1150. 5- Deniz Ülke Arıboğan-Hadiye Yılmaz Odabaşı, "Psikopolitik İşlevi Açısından Lozan Antlaşması'nı Nasıl Okumalı?", Toplumsal Tarih, S.355, Temmuz 2023, s. 47. 6- Arıboğan-Odabaşı, "Psikopolitik İşlevi Açısından Lozan Antlaşması'nı Nasıl Okumalı?", s. 50-51; Arıboğan - Odabaşı, "Travmadan Zafere: Lozan Antlaşması'nın Psikopolitiği", s. 1162.
24 Temmuz 2024 05:05