Teknolojik alandaki gelişmeler ile kişisel verilerin korunması konusunda yeterli dikkat ve özenin gösterilmemesi sonucu siber suçlar ve dolandırıcılık eylemleri hızla artmaya başlamıştır. Kişisel verilerin güvenliğini sağlamaya yönelik olarak 2016 yılında çıkarılan 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu bu alanda önemli katkılar sağlamış olsa da yaşanan veri sızıntıları ve verilerin kamu eliyle ticari amaçla satışa konu edilmesi gibi gelişmeler dikkate alındığında bu konuda yeterli özenin gösterilmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Sayıştay raporuna da yansıyan SGK tarafından kişisel verilerin Datamed firmasına 65 milyon TL'ye satılması, önemli bir GSM şirketinin kurumsal şifresi ele geçirilerek milyonlarca kullanıcı bilgisinin çalınması ve son olarak 108 milyon kişinin verilerinin çalındığına yönelik iddialar bu konuda önemli bir sorunun olduğunu göstermektedir. Etkileme ve ikna etme kabiliyetlerini kullanarak kişiden bilgi almak ya da kişinin istenilen işlemleri yapmasını sağlamak olarak tanımlanan, "sosyal mühendislik" yöntemi ile elde edilen kişisel veriler ile yoğun bir biçimde siber suçlar ve dolandırıcılık eylemleri gerçekleştirilmektedir. Bu zafiyetler kullanılarak kişisel veriler ele geçirilmekte ve karşı taraf zarara uğratılmaktadır. Kişisel verilerin korunması konusunda yaşanan güçsüzlükler ve küresel ölçekte artan internet kullanımı, siber suçların da ciddi bir biçimde artmasına neden olmaktadır. Çok sıkı düzenleme ve denetime tabi tutulmasına rağmen banka ve banka dışı finans sektöründe veri güvenliğinden kaynaklı sorunlar nedeniyle yoğun bir biçimde dolandırıcılık eylemleri gerçekleştirilmektedir.
Kaynak: Cumhuriyet
11 Ekim 2024 04:54
Alıntıdır : Haber Kaynağı İçin Tıklayınız
Bu habere çok benzer konularda diğer kaynaklardaki haberlere aşağıdan ulaşabilirsiniz.
Orman İşletmeciliği Tarihimize Bakış - Prof. Dr. Abdi Ekizoğlu
Yapılan ormancılık, bilim çevrelerince "başı boş ormancılık" şeklinde nitelendirilmektedir. Bu konuda, 1920'de çıkarılan 39 sayılı Baltalık Kanunu, ormancılık politikası amaçlarından biri olan halkın orman ürünlerini karşılamak açısından önem taşımaktadır. Yine, Cumhuriyetin ilanından sonra, 1924 yılında 504 sayılı kanun ile orman işletmeciliği gündeme gelmektedir. Adı geçen yasalar çıkarılmakla birlikte, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında izlenen özel girişimciliği destekleyen iktisat politikasının 1929-1933 Dünya Ekonomik Bunalımı ile birlikte pek çok alanda, devletin kapsamlı biçimde müdahalesini öngören politikalar izlenmeye başlanmıştır. Bunun sonucunda, 1937 yılında 3116 Sayılı Orman Kanunu çıkarılmıştır. Orman işletmeciliğini de etkileyen küreselleşme anlayışı 1980'li yıllardan itibaren ülkemizde de etkisini göstermiş; 1987'de yapılan yasal düzenleme ile devlet ormanlarına ait her çeşit işler ormancılık örgütü tarafından "başkalarına yaptırılır" hükmü getirilmiştir. Küreselleşmenin sürdüğü 2000'li yıllarda kuruluş tarihi açısından gelenekleri ve örgüt kültürü oluşmuş olması gereken ormancılık örgütü, geçmiş yıllarda, zor koşullarda pek çok nitelikli hizmet üretirken hizmet alır konuma gelmiştir. Öte yandan, odun hammaddesi üretimi, son yıllarda hızla artmaktadır.
14 Kasım 2024 04:44
Çocuk Ve Kitap - Prof. Dr. Sedat Sever
Arjantinli sanatçı, Jorge Luis Borges bir denemesinde, kitabın insan yaşamındaki yerini şöyle açıklar: "İnsanın türlü araçları arasında en şaşırtıcı olanı, hiç kuşkusuz kitaptır. Mikroskop ile teleskop, görme yetimizin uzantısıdır; telefon, sesin uzantısıdır; saban ile kılıç insan kolunun uzantısıdır. Kitap ise bambaşka bir şeydir: İnsan belleği ile düş gücünün uzantısıdır.... Bundan dolayı, geliştirici, aydınlatıcı, ilerletici nitelikteki okuma türü, kitap okurluğudur." Bebeklik evresiyle birlikte, çocuk ve gençlere okuma kültürü edindirme, toplumsal ölçekli bir kültürlenme ve eğitim sorunudur. Çocukların kitaplarla ilişkilerinin güçlendirilmesi amacıyla; Amerikan izcilerinin kütüphane yöneticileri tarafından 1917 yılında kutlanması önerilen "Dünya Çocuk Kitapları Haftası", 1919 yılından günümüze değin, kasım ayının ikinci haftasında, dünyanın birçok uygar ülkesinde olduğu gibi 1947'den başlayarak ülkemizde de kutlanmaktadır. Bilinçli ve ardışık biçimde yaratılan bu ortamlarla, çocukların okuma kültürü edinme süreçlerinin temelleri atılır. İlk ve ortaöğretim döneminde edinilen, temel okuma-yazma, okuma alışkanlığı ve eleştirel okuma becerisi, bu temelin üzerinde yapılanır; okuma eyleminin bir yaşam biçimine dönüşmesiyle birlikte, okuma kültürü içselleştirilmiş bir nitelik kazanır. Okuma kültürünün temelleri, duyarlı yetişkinlerin, bilinçli uğraşılarıyla ailede atılır.
14 Kasım 2024 04:41
Yurttaşın Durumu Ve Kent Lokantaları - Ali Orkun Ercengiz
Yerel yönetimler klasik belediyecilik hizmetlerinde profesyonelleştikten sonra toplum gereksinimlerine daha duyarlı sosyal belediyecilik çalışmaları, sanat, spor altyapıları, gelişmiş Batı toplumları ile yarışan çevreci projeleri ile adeta hantallaşmış birçok bakanlığa örnek oluyor. Yerel yönetimler açısından bakıldığında; 2018'den itibaren bozulan ekonomi pandemiyle birlikte daha hissedilir hale gelirken yurttaşa devasa beton projeleri yapmak yerine; yerel yönetimleri öğrenciye, emekliye, dar gelirliye ve engelli bireylere daha çok yönelinmiştir. 2024 yerel seçimleri sonucunda nüfusun yüzde 65'ini CHP'li belediyeler yönetmeye başladı. Bunların en etkililerinden biri "Kent Lokantası" olarak bilinen ucuz, güvenilir, sıcak yemek üreten belediye sosyal tesisleridir. Hiçbir yurttaşımız "ucuz yemek" ve "ucuz ekmek" kuyruğunda beklemekten memnun değil. Yerel yönetimler gerek halk ekmekler, halk marketler gerekse kent lokantaları ile önemli bir görevi yerine getiriyor olsa da bu yapılara duyulan ilginin artması yoksulluğun genele yayılmaya başladığının onayı gibi gözüküyor. Bırakalım bir süreliğine büyük projeleri, insanımızı yaşatalım. Her yurttaşın gönlünce alışveriş edebildiği; halk marketlere, kent lokantalarına ve halk ekmeği gereksinim duyulmayan günler dileğiyle...
13 Kasım 2024 05:11
Halkın Egemenlik Hakkı - Av. Erol Türk
1924 Anayasası üçüncü maddesi, 1961 Anayasası'nın dördüncü maddesi ve 1982 Anayasası'nın altıncı maddesinde egemenliğin, kayıtsız şartsız millete ait olduğu yazıyor. Milli egemenlik ilkesi, kaynağını 1789 Fransız Devrimi'nden almaktadır. Böylece egemenliğin halka ait bir hak olduğu daha 19. yüzyılda Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinin anayasalarına girmiştir. Ülkemizde, halkın seçtiği temsilciler yaptıkları anayasa değişikliği ile temsil ettikleri halka ihanet ederek, halkın egemenlik hakkını bir kişiye devrederek yok ettiler. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan ve hukuken yok hükmünde olan halkoylaması ile ülke otokrasiye geçti. Halkı temsil edenlerin bütçe yapma yetkisi, bakanları denetleme yetkisi yok. Yargı organı, halkın egemenlik hakkını korumadığı gibi yürütmenin emir ve talimatıyla karar veren bir organ haline dönüştürüldü. Sözün özü, demokratik, laik, sosyal hukuk devletini halkın temsilcileri yok ettiler.
13 Kasım 2024 05:08
Din Ve Ahlak İlişkisi - Tarık Köseoğlu
Örneğin, Immanuel Kant'ın ahlak anlayışı, insanın akıl yoluyla iyi ve kötüyü ayırt edebilme kapasitesine dayanır ve dini inançlardan bağımsızdır. John Stuart Mill ve diğer seküler ahlak filozofları, ahlaki değerlerin dini inançlarla zorunlu bir bağı olmadığını savunarak bireylerin ahlaki kararlarını dini emirler olmaksızın verebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ahlakın bağımsız olabilmesi için, dini öğretilerden bağımsız şekilde doğru ve yanlış arasında bir ayrım yapabilme yetisi gereklidir. Dolayısıyla, ahlaki doğruların, dini öğretilerden bağımsız olarak evrensel insani değerlerle şekillenmesi olanaklıdır (Habermas, 2008). Ahlakın bireyin aklı ve özgür iradesiyle şekillendiği, dini inançlardan bağımsız olarak evrensel ahlaki doğruların var olabileceği fikri, Kant ve Mill gibi seküler ahlak filozofları tarafından savunulmuştur. Ayrıca, ahlakın otonomisi, ahlaki değerlerin dini emirlerden bağımsız olarak şekillenebileceğini ortaya koymaktadır. Ahlakın evrenselliği ve bağımsızlığı, insan aklı ve iradesiyle şekillenen bir değer sistemi olması gerektiğini savunan felsefi görüşler, dindarlık ile ahlak arasındaki doğru orantının mantıksal bir gereklilik olmadığını göstermektedir.
13 Kasım 2024 05:05
Parti Devleti Anlayışı - Av. Erol Ertuğrul
22 yıldır güzel yurdumuz parti devleti sistemi ile yönetiliyor. Anayasa ve yasalar hiçe sayılarak tüm yetkiler tek adamda toplandı; her şeye o karar veriyor. Bu görevler AKP kadrolarından oluşuyor. Böyle olunca yetkililer bir devlet adamı gibi değil, bir AKP savunucusu gibi davranıyorlar. 52. dönem kaymakamlık kursunu bitirip kaymakam olduğumda 67 valinin, 574 kaymakamın Türkiye'nin yazgısını değiştireceğine inanmıştım. O tarihlerde 67 il ve 574 ilçe vardı. Ne liyakat ne başarı gerekiyormuş, günümüzde AKP'li olmak yetiyormuş. İmamlar okullarımızda ders veriyor. Anayasamıza göre Türkiye bir hukuk devletidir. Ama Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmıyor. Gezi olayları nedeni ile insanlara haksız cezalar verildi. Can Atalay milletvekili seçildiği halde ve AYM kararı olduğu halde cezaevinden çıkamıyor. Gezi olayları nedeni ile yaşam boyu hapis cezasına çarptırılmış olan Osman Kavala'nın mahkeme kararı ile salıverildiği halde, yeni bir suç yükleyerek cezaevinde kalması sağlandı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de "Kavala, Gezi'den ötürü değil, casusluktan ötürü cezaevindedir" diye gerçekdışı bir yanıt verildi. Ülkemiz artık bir suç cenneti.
12 Kasım 2024 05:38
Atatürk'ü Anlayabilmek - Hamza Kie
Atatürk, yalnızca bir milletin kaderini değiştirmekle kalmamış, evrensel ilerlemenin simgesi olmuştur. Atatürk'ün "İlelebet payidar kalacaktır!" sözü, Cumhuriyetin kalıcılığını vurgular. Atatürk modernleşmeyi bir araç değil, sürekli değişimin bir unsuru olarak görmüştür. Atatürk, bağımsızlık mücadelesini yalnızca işgalcilere karşı değil, geri kalmışlık, dogmalar ve toplumsal bölünmüşlüğe karşı da vermiştir. Gelecek nesillere Atatürk'ü anlatmak, devrimlerini aktarmak ve Türkiye'nin çağdaş uygarlık yolundaki ilerleyişini sürdürmek en büyük sorumluluğumuzdur. Atatürk'ün düşünsel mirası, bugünün çözüm yollarını sunan evrensel ilkeler bütünüdür. Atatürk'ün devrimleriyle şekillenen Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca geçmişin değil, aydınlık bir geleceğin de teminatıdır. Bugün ve yarın, Atatürk'ün çağdaş Türkiye'sine sahip çıkarak, onu anlayarak daha bilinçli çalışmalı, onun izinden sapmadan ilerlemeliyiz. Çünkü Atatürk, bir sembol değil, bir değerdir.
12 Kasım 2024 05:35
Yarını Kim Kuracak? - Nusret Ertürk
Onlara, 1963 yılında başlayan köy öğretmenliğimden 2000'e gelindiğinde Bilkent Üniversitesi öğretim görevlisi düzeyine uzanan uzun yolculuğumdan kısa anılar anlatırım. Müdüre, hangi öğretmen okulunu bitirdiğini sordum; "Ben öğretmen değilim!" dedi. Öğretmen okulu dışında neredeyse her kaynaktan öğretmen alındığı söyleniyor. İki saatlik sınavla öğretmen olunuyor. Onlar gerçek öğretmen oldular. Öğretmen iyi yetişmişse, öğretmenlik en görkemli meslektir. Yarını öğretmen kuracak! Yetiştiği, değer verildiği oranda.
12 Kasım 2024 04:19
Bir İhanetin Öyküsü - Gülseven G. Yaşer
Bizler, Çağdaş Eğitim Vakfı'nda, cemaatten kaçan öğrencilerle ve 206 kuruluştan oluşan Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (STKB) ile 1998'de başlamıştık FETÖ ile mücadeleye. Siyasetçilerin, ünlü köşe yazarlarının, hocaların, sanatçıların FETÖ elebaşısı Fethullah'tan ödül almak için paralandıkları o dönemde, cemaatten kaçıp vakfa başvuran iki öğrenci, "hocaefendi" denen kişinin geri plandaki karanlık yüzünü ve amaçlarını büyük bir cesaretle yazarak "Hocanın Okulları" kitabını yayımladılar. Ve onlar sayesinde 1999'da televizyonlarda Fethullah Gülen'in kendi sesinden, nasıl bir hain olduğu gerçeği, "Çok dikkatli ve temkinli olacağız. Uluorta konuşmayacağız...", "...Zamanı gelmeden ortaya çıkarlarsa dünya başlarına yıkılır", "...Arkadaşlar bütün servet musluklarını ele geçirsinler...", "Bunları birbirine düşürebilirsiniz, fakat o sistemi yerleştirmek lazım!" sözleriyle topluma yansıdı. 28 Şubat döneminde, cemaat hakkında dava açabilen tek savcı, Yargıtay Başsavcısı Nuh Mete Yüksel oldu. 2007-2013 yıllarında, siyasal iktidarın güvencesi altında din simsarı bir adamın, Cumhuriyet aydınlarına karşı ihanetin kaynağının gerçek yüzlerini görmelisiniz. Neden sonra, yıllardır "hocaefendi" dedikleri, terörist elebaşısı oldu kimi siyasetçiler için! 1950'li yıllarla başlayan gericilik sarmalı, yılllar içerisinde siyasetçilerin kirli iktidar oyunlarıyla kendine her zaman kolaylıkla yer buldu. 21. yüzyılda, çocuklarını, kadınlarını ve yeni doğmuş bebeklerini koruyamayan bir toplum olduk.
11 Kasım 2024 04:54
Atatürk, Mehmet Akif Ve Kraliçe Marie - Prof. Dr. Ülgen Zeki Ok
Atatürk'ün ölümüne yol açan sirozun sıtmaya bağlı olabileceğini ilk kez beş yıl önce yazmış, iki yıl önce bu savımı geliştirerek Atatürk'ün tekrarlayan sıtma ataklarına bağlı aşırı immünolojik uyarılma sonucu gelişebilen hiperreaktif malaryal splenomegali sendromu (HMSS) nedeniyle yaşamını yitirdiğini öne sürmüştüm. Sonrasında, Atatürk ile aynı yıllarda siroz sonucu ölen ve hiç alkol kullanmamış olan Mehmet Akif Ersoy ve Romanya Kraliçesi Marie'nin sıtma ile ilişkilerini ve Atatürk'ün sirozuyla benzerliklerini araştırdım. İlk savımı geliştirirken Atatürk'ün 1896'da Manastır Askeri Lisesi'nde, 1915'te Anafartalar'da, 1918'de Suriye'de, 1919'da Samsun'da ve Sivas'ta, 1920'de Konya'da geçirdiği sıtma nöbetlerini ve Dr. Arif İsmet (Çetingil) tarafından etkenin plasmodium vivax olarak belirlenmesini temel almıştım. 10 Kasım 2022 tarihli Cumhuriyet'teki "Atatürk'ün ölüm nedeni sıtma ve HMSS mi?" başlıklı yazımın ardından, Atatürk'ten 23 ay önce ölen Mehmet Akif Ersoy'un sirozunu araştırmaya başladım. Şubat 1936'da Hasan Basri Çantay'a "canlı cenaze haline geldiğini" yazan Ersoy, 17 Haziran 1936'da tedavi için İstanbul'a gelmiş, 27 Aralık 1936'da İstanbul'da yaşama gözlerini yummuştu. Atatürk, Mehmet Akif ve Kraliçe Marie'nin sirozlarını tetikleyen ana faktörün sıtma olma olasılığının yüksek olduğu söylenebilir. Atatürk ve Kraliçe Marie'nin hastalıkları birbirine daha çok benzemektedir. Her ikisini de muayene eden Prof. Dr. Eppinger tabloların sıtma ile ilişkili olabileceğini bildirmiştir.
11 Kasım 2024 04:52
Türk Ulusuna Bir Yaşam Verdi - Hüner Tuncer
Atatürk, bir sonbahar gününde son uykusundan uyanamadan sükûn içinde 57 yıllık ömrünü tamamlamıştı. Atatürk'ün son günlerinde hiç yanından ayrılmayan manevi kızı tarihçi Afet İnan, Atatürk'ün hastalık günlerinde geçirdiği ortamı şöyle anlatmaktadır: Her günkü sağlık durumu bu deftere kaydedildiği gibi, Atatürk'ün yanına girenlerin ne kadar müddetle yanında kaldıkları da işaret ediliyordu. Afet İnan, Atatürk'ün son günlerini ise şöyle dile getirmektedir: "26 Eylül 1938, Dil Kurumu Bayramı gecesiydi. (...) O geceyi rahatsız olarak geçirdi. İlk hafif komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki izahlarında, 'Demek ölüm böyle olacak' diye uzun uzun gördüğü rüyayı anlattı. Rüyadaki olay Selanik'te ihtilale ait bir komitecilik vakasıydı. "Salih'e söyle, ikimiz de kuyuya düştük, fakat o kurtuldu' demişti." "O, ölümünden üç gün önce bu ayrılığa hazırlanmış gibiydi. 6 Kasım günü yatağının başı ucunda kendisine doğrulabilmesi için yardım ederken (...) 'İyi olacağım ve Ankara'ya gideceğim' sözü, onun sesinde bir titreme dahi yapmadan söylenmişti." Afet İnan, Atatürk'ün sağlığında kabri olmak üzere iki yerden söz edildiğini anılarında şöyle anlatmaktadır: "Bir akşam Atatürk'ün etrafında toplananlar arasında onun fani oluşu üzerinde durulmuş ve Atatürk de şu cümlesini tekrar etmişti: 'Benim naçiz (değersiz) vücudum bir gün elbette toprak olacaktır fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.' Böyle dedikten sonra da 'Milletim beni istediği yere yatırsın, yeter ki beni unutmasın' demiştir.
10 Kasım 2024 05:00
Babamın Ardından Hesaplanamayan 44 Yıl - Türküler Erdost
Geçen gün sosyal medyada rastladığım bir paylaşım belleğimde yinelendi durdu: "Bir çocuğun taşıdığı en büyük yük, ebeveynlerinin yaşanmamış hayatlarıdır." Paylaşım, aslında Carl Gustav Jung'un "Ailenin en büyük trajedisi, ana babanın yaşanmamış hayatlarıdır" sözünün başka türlü dile getiriliş biçimi idi. 44 yıllık bir yük. Üstelik normalde acıların zaman geçtikçe sönümleneceği beklentisine karşıt olarak gittikçe büyüyen bir yük. 1995 yılında bir araçla kaçırılarak "kaybedilen" Fehmi Tosun'un kızı Besna Tosun, 2016 yılında 8 yaşındaki oğlu ile Cumartesi Annelerinin Galatasaray Meydanı'ndaki buluşmalarına gittiklerinde, oğlunun, dedesinin kaybı için "İnsanlar el ele tutuşsalar aslında kaybolmazlar" dediğini söylüyor bir söyleşide. El ele tutuşmak belki gidenlerimizi koruyamadı veya zaten onları bize geri getiremezdi ama acılarda olduğu kadar umudumuzda da el ele tutuştuğumuz, bu yükü el ele tutuşarak biraz olsun hafiflettiğimiz "kocaman bir ailemiz" var diye avunuyorum. Karanlıkta kalan halkını ışıyan bir bilinçle buluşturma ereğinde babamı kaybedişimiz bir yandan 44 yıl önceyken diğer yandan da bütün etkileri ile bugünümüzde. Stratejik düşünen bir satranç oyuncusu titizliği ile planlanarak uygulamaya konan 12 Eylül darbesi, toplumun aydınlanması uğrunda emek veren babam gibi birçok aydını hedef almakla kalmadı, kurumlara, kültüre, yasalara ve yaşayışımıza da görevlendirdiği cellatlar ve diktatörler eliyle sızarak zehrini bulaştırmaya bugün hâlâ devam ediyor. Yaşanan yıllar, yaşanamayan yıllar, babamdan fazla yaşadığım yıllar, babamsız yaşadığım yıllar. Amcam, bir konuşmamızda, babamın öldürülmesini anlatan bir dizi filminden söz ederken yapımdaki iki unsurdan duyduğu huzursuzluğu dile getirmişti. Bunlardan birisi babamı canlandıran kişinin babamın "yağız, uzun boylu, kara bıyıklı bir delikanlı" olma halini yeterince karşılamadığı idi. Hepsinin ötesinde ise o eksik kalan yıllar bizler için bir onur oldu.
09 Kasım 2024 05:55