Arhur Miller'ın meşhur tiyatro oyunu Cadı Kazanı, 1692-1693 yılları arasında ABD'nin Massachusetts eyaletindeki Salem kasabasında 29 insanın cadı mahkemelerinde yargılanıp idam edilmesini anlatır. Aslında Miller'ın anlattığı ABD'de 40'lı yılların sonunda başlayan McCarthyci komünist cadı avıdır. Eğer Türkiye'de cesur bir Arthur Miller olsaydı, 400 yıl önceki Salem'deki cadı mahkemelerine benzeyen başka bir mahkemeyi yazardı: Narin Davası duruşmalarını. Aile şeytani planlar yapan bir örgüt ilan edildi, mahkemede de linç devam ediyor. Ailenin üç üyesi müebbetle yargılanıyor. Mahkemede Aile Bakanlığı da müşteki olarak temsil ediliyor. Kimsenin umurunda olmadı. Cinayet iddiası şu; amca ve anne cinsel ilişkiye giriyor, 20 yaşındaki ağabey de bu sırada yanlarında ama ağabeyin namusuna dokunmayan bu ilişkiyi Narin görünce onu amca öldürüyor. Bu kadarı sahiden 1692 yılında Salem'deki Cadı Mahkemesi'nde bile olmamıştı.
Kaynak: Karar
11 Kasım 2024 02:35
Alıntıdır : Haber Kaynağı İçin Tıklayınız
Bu habere çok benzer konularda diğer kaynaklardaki haberlere aşağıdan ulaşabilirsiniz.
Ya Beklenmedik Olan Olduysa?
Evrensel olanlarından biri insan beyninin kalıtsal bir düşünme biçimi olan örüntü görme yeteneği. Buna özetle "Büyük güç bağımlılığı" denebilir. Ama dışarıdan bakanlar içinde 61 yıllık bir parti diktatörlüğünün, 54 yıllık bir aile saltanatın yıkılmasına devrim denmesinden bile rahatsız olanlar var. Çünkü en baştan zaten 61 yıllık bir parti diktatörlüğüne, 54 yıllık bir aile saltanatına bir gün Suriyeliler adlı aktör olabileceğine inanamadıkları bir insan grubunun isyan edebileceği ihtimaline kapalılardı. Libya'da, Suriye'de "radikal gruplar" nedeniyle destek, kösteğe dönüştü. Şimdi ABD'de karısıyla belgeseller yapıp, faydasız projelerde komik konuşmalar yapan Obama, kimyasal silah kırmızı çizgisine rağmen 2015'de Suriye'yi Rusya'ya teslim etmiş, bir daha da arkasına bakmamış, Suriye'de sadece IŞİD'le mücadeleyle ilgilenmişti. 10 yıldır Suriye'de karşılarında Esad ordusunu değil, Devrim Muhafızları aklını, dünyanın her yerinden kutsi savaş için taşınmış Şii milisleri ve Hizbullah'ı gören Suriyeli muhalifler için, 7 Ekim sonrası İsrail'in Suriye'de ve Lübnan'da Şii milisler ve Hizbullah'a verdirdiği kayıplar, İran'ın tırnaklarının sökülmesi bir fırsattı. Ama bu fırsatı İsrail, Suriyeli muhalifler için yaratmadı, kendisi için yaptı. Ama bunun beklenmedik bir sonucu olarak Suriye sahasında HTŞ ve muhalif gruplar, 10 yıldır savaştıkları İran milisleri ve Hizbullah'ın güç kaybettiğini gördüler ve bu imkandan yararlandılar. Esas bir örüntü kurulacaksa HTŞ ve Suriyeli muhaliflerin arkasında İsrail değil, Ukrayna var denebilir. Çünkü Ukrayna iki yıldır direnerek Rusya'nın ilgisini ve askeri teçhizatını Suriye cephesinden çekmesine neden oldu ve 2015'ten sonra Suriye sahasında hava gücüyle muhalifleri gerileten esas olarak Rusya'ydı. Ama gönlü böyle isteyen, İsrail ve Ukrayna'nın herşeyi HTŞ için yaptığını da düşünebilir. Her şey çok açıktı. İdlib'e artan Suriye ve Rus bombardırmanı. Muhalifler henüz yolun başındayken 1 Aralık günü BAE Emiri Muhammed Bin Zayed, Esad'ı arayıp desteğini bildirdi. BAE'nin süper saygılı ve açık resmi açıklamasından okuyalım: "Cumhurbaşkanı Ekselansları Şeyh Mohamed bin Zayed Al Nahyan bugün Suriye Arap Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ekselansları Beşar Esad ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Ekselansları ve Cumhurbaşkanı Beşar Esad telefon görüşmesinde Suriye'deki son gelişmelerin yanı sıra karşılıklı ilgi alanlarına giren çeşitli konu ve başlıkları ele aldılar. Devlet Başkanı Ekselansları Şeyh Muhammed, BAE'nin Suriye ile dayanışmasını ve terörizm ve aşırıcılıkla mücadelede verdiği desteği vurguladı. Ayrıca BAE'nin, Suriye'nin birliğini ve tüm toprakları üzerindeki egemenliğini korurken Suriye halkının istikrar ve kalkınma özlemlerini karşılayacak şekilde Suriye krizine barışçıl bir çözüm bulunmasını amaçlayan tüm çabaları destekleyen tutumunu bir kez daha teyit etti." Ve ertesi gün 2 Aralık tarihli Reuters haberini hatırlayalım: "Kaynaklar; ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin İran'dan uzaklaşması ve Lübnan Hizbullahı'na giden silah yollarını kesmesi halinde Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a uygulanan yaptırımların kaldırılması olasılığını görüştüklerini söyledi. Kaynaklar, ABD'nin Suriye'ye uyguladığı kapsamlı yaptırımların 20 Aralık'ta sona erecek olması ve İsrail'in Lübnan'daki Hizbullah, Gazze'deki Hamas ve Suriye'deki İran varlıkları da dahil olmak üzere Tahran'ın bölgesel ağına karşı yürüttüğü kampanya nedeniyle görüşmelerin son aylarda yoğunlaştığını söyledi." Yine aynı günlerde Biden'ın Suriye meselesini teslim ettiği ve ortaya çıkan manzaranın ilk sorumlusu McGurk'ün yine yaptırımları kaldırma vaadiyle, Esad'ı YPG'yle anlaşmaya ikna etmeye çalışıldığı yazıldı. 7 Ekim'den bu yana Gazze için ağzını açmamış olan, İsrail'in ve ABD'nin bölgedeki en sağlam müttefiki. Yani eğer ABD ve İsrail Suriye'de bir plan kuruyorsa, ilk söyleyecekleri, desteğini alacakları ülke. Netanyahu, İsrail'in Suriye'ye şimdi neden saldırdığını açıkça söyledi zaten: "Cihatçıların eline geçmemesi için, terk edilen stratejik askeri kabiliyetler bombalandı. Bu, İngilizlerin Fransa'daki Vichy rejiminin filosunu Nazilere geçmemesi için bombalamasına benziyor." Yani aslında Netanyahu, şunu demiş oldu: Bu stratejik askeri kabiliyetleri Esad'ın elindeyken vurmadık çünkü o Vichy rejimiydi bizim için, İngiltere'ye zararı yoktu ama cihatçıların yani Nazilerin eline geçmemesi için vurduk. Esad iktidardayken de İsrail, 2011'den bu yana defalarca Şam'ı vurdu. İsrail, şimdi fırsattan istifade işgal ettiği Golan'daki BM tampon bölgesini de işgal etti. Bunu da yine Suriye'deki "artan riskler ve terör grupları yüzünden" yaptığını açıkladı. Bu sorulara; "çünkü HTŞ ve Suriyeli muhalifler İsrail tarafından destekleniyor" cevabı vermeyi beynimizdeki kalıtsal örüntü yeteneği bile açıklayamaz.
11 Aralık 2024 02:01
Ya Beklenmedik Olan Olduysa?
Buna özetle "Büyük güç bağımlılığı" denebilir. Yani sonuca bakarak süreci analiz etmek. O kadar umulmadık ve o kadar kirli bir analiz akıyor ki bazıları 61 yıllık bir parti diktatörlüğünün, 54 yıllık bir aile saltanatın yıkılmasına devrim denmesinden bile rahatsız. Çünkü en baştan zaten 61 yıllık bir parti diktatörlüğüne, 54 yıllık bir aile saltanatına bir gün Suriyeliler adlı bilinmeyen ve kayıtlarda görülmeyen bir insan grubunun isyan edebileceği ihtimaline kapalılardı. Arap Baharı'na ABD, Avrupa, CNN baştan destek verdiği için muhakkak onların bir projesiydi. Muhtemelen bundan iki yıl önce kimsenim aklına HTŞ adlı El Kaide'den ayrılmış silahlı selefi gruba ABD ve İsrail'in destek verdiğini söylemek gelmezdi. Ama 7 Ekim sonrası İsrail'in İran ve Hizbullah'la savaşı sonrası ortaya çıkan yeni durumda, 10 yıldır Suriye'de esas olarak İran milisleri ve Hizbullah'la savaşan Suriyeli muhalifler için bir imkan ortaya çıktı. Ama bu imkanı İsrail, Suriyeli muhalifler için yaratmadı, kendisi için yaptı. Ama bunun beklenmedik bir sonucu olarak Suriye sahasında HTŞ ve muhalif gruplar, 10 yıldır savaştıkları İran milisleri be Hizbullah'ın güç kaybettiğini gördüler ve bu imkandan yararlandılar. Çünkü onlar da iki yıldır direnerek Rusya'nın ilgisini ve askeri teçihazıtını Suriye cephesinden çekmesine neden oldular. HTŞ'nin yaptığı sadece fırsatı görmek ve kullanmak ise. Üstelik altı aydır bu fırsatı gördüğü ama Esad'la müzakere etmek isteyen Türkiye'nin onları durdurduğu ortaya çıktı. Yani İsrail ve ABD bu projenin gerçek sahibiyse, bu projenin uygulanmasını aylardır Türkiye durdurabildi demektir. Bunu bölgedeki aktörlerin, ABD'nin de hesaplamadığı anlaşılıyor. Yani İsrail'in ve ABD'nin bölgedeki en güvenilir, sözden çıkmayan müttefikinden.
11 Aralık 2024 02:01
Eş-şaab Yurid Iskat'en-nizam!
1981 yılında Hafız Esad, Hama'daki isyanı bastırmak için şehrin bombalanması emrini verdi. 1980'li, 90'lı yıllarda baba Hafız Esad'ın hapse attığı pnlarca mahkum Suriye hapishanelerinden çıktı önceki gün. Kimi hala Hafız Esad'ın yaşadığını düşünüyor, bazıları bir zamanlar Suriye'nin Baas hareketindeki rakibi Saddam Hüseyin tarafından kurtarıldıklarını sanıyor. Sadece Şam yakınlarındaki Sedyana Askeri Hapishanesi'nde 2011-2016 arasında 15 bin mahkumun öldürüldüğünü açıklamıştı Uluslararası Af Örgütü. Bütün bu vahşet ve 61 yıllık bir diktatörlüğe karşı 2011'de isyan edenler sıradan Suriyelilerdi. Dünyanın her yerinde milyonlarca Suriyeli, 61 yıllık bir diktatörlüğü devirmeyi kutluyor. Türkiye'den bakıp cehaletle, ideolojik önyargıyla "iyi olmadı" diyorsun. 61 yıllık eli kanlı bir diktatörlükle yönetilen, ne yaşadıkları hakkında en ufak bir fikriniz olmayan bir halkı "alternatifi kötü" diye korkutamazsınız, komik duruma düşmeyin. Amaç riskleriyle birlikte alternatif hakkını elde etmektir Suriyeliler Esad'a baktığında "tek laik Arap rejimi" değil berbat bir aile saltanatı, Muhaberat korku rejimi, katliamlar, işkenceler görüyor. Halbuki Suriye'de ABD'nin açık dostu, müttefiki YPG, Rusya'nın dostu da Esad.
09 Aralık 2024 02:01
Eş-şaab Yurid Iskat'en-nizam!
Hafız Esad'ın en büyük oğlu Basil Esad'dı. 1993 yılında Fransa'nın Languedoc-Roussillon kentinde düzenlenen Akdeniz Oyunları'nda Suriye milli binicilik takımı için Adnan Kassar ve Basil Esad da vardı. Sonra piste Adnan Kassar çıktı. Bütün övgülerin Kassar'a gitmesi, Esad'ı çok öfkelendirmişti. Cezaevinde girdiğinde Basil Esad'ın mesajı geldi: "Eğer ekmeğimizi ve tuzumuzu paylaşmasaydık, senin meydanda idamını isterdim." Birkaç ay sonra Basil, 32 yaşında bir trafik kazasında öldü. 2000 yılında Hafız Esad ölüp yerine göz doktoru oğlu Beşar Esad Suriye'nin yeni diktatörü olunca, ailesi oğullarını görmek için başvurdu ve ilk kez hapishanede onu ziyaret edebildi. Güçlü aile bağlantılarıyla ulaştığı Beşar Esad'dan net bir cevap aldı: "Onu oraya ağabeyim attı, ona gidin." Kassar'ın son durağı Şam yakınlarındaki başka bir kötü şöhretli hapishane olan Sedyana oldu. 2011'de Suriye'de protestolar başlayınca Adnan Kassar'ın hikayesi yeniden gündeme geldi. Nihayet 2014 yılında çıkarılan bir aftan yararlandı ve diktatörün oğlundan ata daha iyi binmek suçundan hapiste geçen 21 yıl sonra özgürlüğüne kavuştu. Tatari, 1954'te Şam'da doğmuştu. 1982 yılında Hama kentinde Müslüman Kardeşler öncülüğünde bir ayaklanma çıktı. Hafız Esad, isyanı bastırmak için şehrin üzerine kardeşi Rafet Esad'ı gönderdi. 1982'den 2005'e kadar ailesi ile görüşmesine izin verilmedi. Suriye'nin belki de dünyanın en uzun süreli mahkumu Tatari, Suriyeli muhaliflerin boşalttığı hapishaneden önceki gün 70 yaşında çıktı. Clood Hanna da diktatör Hafız Esad iken genç bir adam olarak girdiği Sedyana Cezaevi'nden 40 yıl sonra çıkanlardan biri. Sadece Şam yakınlarındaki Sedyana Askeri Hapishanesi'nde 2011-2016 arasında 15 bin mahkumun öldürüldüğünü açıklamıştı Uluslararası Af Örgütü. Biz saltanatı 1908'de askeri bir darbeyle etkisiz hale getirip, 1923'de yine az maliyetle cumhuriyeti ilan ettik. Ve Türkie'den birileri bakıp, bu 61 yılın, son 13 yılın nasıl geçirdikleri hakkında hiçbir fikirleri olmayan bir halkın diktatörünü devirmesine, cehaletle ve tuzu kuru bir ideolojik önyargıyla "iyi olmadı" diyor. 61 yılın, son 13 yılın ne kadar berbat olduğu malum. Yani 61 yıllık eli kanlı bir diktatörlükle yönetilen, bir halkı "alternatifi kötü" diye korkutamazsınız. Suriyeliler, Esad'a baktığında, Türkiye'de neye baksa kültür savaşlarını görenlerin gördüğü gibi bir "laik Arap rejimi" görmüyor. Halbuki Suriye, 1967'den beri İsrail'den Golan Tepeleri'ni bile alamayan, gücü ancak kendi halkına ve Lübnan'ı karıştırmaya yeten, 19 yıl Öcalan'a ev sahipliği yaparak Türkiye'ye verdiği zarar kadar bile İsrail'e zarar verememiş, son 10 yılda İsrail'in neredeyse her ay gelip başkentini bombalamasına sesini çıkaramamış, bir diktatörün dış destekle koltuğunu korumak için her türlü aşağılanmayı göze aldığı zavallı bir devlet. Deneyecekler, olmazsa ellerinde artık büyük bir güç var: 61 yıllık bir diktatörü devirmiş bir halk artık onlar.
09 Aralık 2024 02:01
Mezhepçiliğin Kısa Bir Tarihi…
Adana'da Türk Ocağı'nı ziyareti sırasında öfkeli bir konuşma yaptı: "Türk demek dil demektir. Milliyetin çok belirgin özelliklerinden biri dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve behemehâl Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk düşüncesine bağlı olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. Hâlbuki Adana'da Türkçe konuşmayan 20.000'den fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse; gençler, siyasal ve sosyal bütün kuruluşlar bu durum karşısında duyarsız kalırsa en aşağı yüz seneden beri devam edegelen bu durum daha yüzlerce sene devam edebilir. Bunun neticesi ne olur? Efendiler! Herhangi bir felaketli gününüzde bu insanlar, başka dille konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimize hareket edebilirler. Türk Ocaklarımızın başlıca vazifesi bu gibi unsurları, bizim dilimizi konuşan hakiki Türk yapmaya çalışmaktır. Bunlar Türk vatandaşlarıdır. Bugün ve yarın talihimiz ve kaderimiz birdir." Atatürk, Adana'dan Konya'ya gittikten sonra 18 Şubat 1931 günü Ankara'ya dönmeyi beklemeden Başbakan İnönü'ye gördüklerini ve talimatlarını bir rapor yazarak iletti. Devlet Arşivleri'nde yer alan (BCA, 490.01.34.145.1) ve Atatürk'ün el yazısıyla hızlıca kaleme aldığı anlaşılan raporda şöyle kimlerden bahsettiğini açıkça yazmıştı: "Adana şehrinde 20.000 ve merkez kazasında 35.000 Nusayri vardır. Mersin'den şarka doğru bütün sahil Nusayri köyleri ile kapalıdır. Burada hiç Türk yoktur. Nusayri olan Lazkiye hükümeti ile bu sahilimiz arasında daimi kaçakçılık ve hükümetçe hülulu mümkün olmayan temas ve münasebetler cereyan etmektedir. Valiler bu vaziyete karşı çaresizlik ve vazifesizlik ifade etmektedirler…Cenup (güney) mıntıkasındaki Nusayri kesafeti (yoğunluğu), burada idarî, harsî ve sistematik mesaîyi ve belki de fevkâlade tedbir düşünülmesini müstelzimdir. (gerektiriyordur)… Adana'da Nusayrilerden mühim bir kısmı ile, 10.000 kadar Kürt, bir çok Giritli, bilhassa ticaret sahibi dönmeler, Serbest Fırka'yı iltizam etmişler (tutmuşlar). Vali eyidir, yalnız müddei umumi açıktan Serbest Fırka ile çalışmış. Bu nedenle Afyon'a nakledilmiş. Eğer böyle sarih bir menfi hareket vardı ise nakil kafi görülmemelidir." Cumhurbaşkanı bölgedeki Nusayrilerin öğretmen okullarına gösterdiği ilgiden de kaygılanmıştı: "Adana muallim mekteplerinde Nusayri talebe çoktur. Türkten başka unsurlara mensup olan bu talebe, yarın muallim olarak Türk mekteplerinde tedrisat yapacaktır… Biz aramızda Türk olmayan unsurları harsımızla yenerek temsil mi edeceğiz, yoksa ihmal mi? Bu iki fikre göre, onları okutmak mı muvafık olur, yoksa aksi mi? Türkten gayri unsurlardan muallim kullanmak doğru mu?" Cumhuriyet'in Nusayri paranoyası Hatay meselesinin 1936'da açılmasıyla yükseldi. 1937 tarihli Devlet Arşivleri'nde olan İçişleri Bakanlığı'nın "Nusayriler Hakkında Genel Malumat" başlıklı raporunda şöyle deniyordu: "Bu unsur her türlü fenalık ikasına muktedirdir. Her zaman kendilerinden beklenilen ve memleketin her türlü yüksek menfaatlerini ihlal edecek vakayı ihdasına mütemayil bir kitledir. Bu zümre bu gün sinmiş vaziyettedir. Alınan ciddi tedbirler karşısında bir tarafa kımıldayacak vaziyette değildir. Fakat her hangi bir fırsat zuhurunda memleketin amansız bir düşmanı kesileceğine şüphe edilmemek lazım gelir. Bunu mazideki halleleriyle pek ala göstermişlerdir." Raporlarda Nusayrilerin Eti Türklerinden olduğu iddia ediliyor, onlara yeniden anadilleri Türkçe'nin öğretilmesi, karma evliliklerin teşvik edilmesi isteniyordu. Bu amaçla 12 Mart 1937 tarihleri arasında Adana, Mersin ve İçel'de Hars Komiteleri kuruldu.. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın Çukurova gezisi sonrasında hazırladığı 29 Nisan 1937 tarihli raporunda Hars Komiteleri'nin amacını şöyle anlatıyordu: "Asırlardan beri, Çukurova'daki Türk halk kümesi arasında oturup yaşadıkları halde kırık dökük bir lehçe halinde Arapça da konuşan Alevî (Nusayrî) Türklerin, eski ana dilleri olan Türkçeyi çabucak öğrenip aralarında yalnız Türk dili ile konuşabilmelerini kolaylaştırmak ve müderris saltanat devrinin din esasına dayanan geri ve cahilane idaresinin; bu yurttaşlara diğer Çukurovalı Türkler arasında yaşattığı mezhep ihtilaflarından doğma ayrı gayrı cemaatler halinde duruş yerine Kemalist rejimin emrettiği milli vahdetin icabı olan; birbirini sever, kaynaşık fertlerden mürekkep müstenit bir kitle varlığına hizmet etmek." Hars Komiteleri adı altında açılan okullarda Nusayrîlere Türkçe öğretilmiş, Nusayrilerin Türklerle karşılıklı kız alıp vermenin teşvik edilmesi için karma evlilik yapanlara destek sağlanmış, bu şehirlerde Arapça konuşulmasına karşı polisiye tedbirler alınmıştı. Hars Komiteleri faaliyetleri için 1937 mali yılı Dışişleri Bakanlığı bütçesinden 30 bin liralık bir kaynağın kullanılmasına karar verilmişti. Hatay meselesinin çözülmesi sonrası Hars Komiteleri kapandı. 2004 yılında Beşar Esad, 57 yıl sonra Türkiye ile gelen ilk Suriye Cumhurbaşkanı oldu. Esad, Türkiye'nin ve Erdoğan'ın en son vazgeçtiği Arap diktatörü oldu. Suriye'ye baktığında Türkiye'deki laiklik-dindarlık, Alevilik-Sünnilik tartışması dışında bir şey göremeyen, 50 yıldır bir aile diktatörlüğü altında yaşayan 13 yıldır bir savaşın içinde şehirleri bombalanmış, akrabalarını kaybetmiş, vatansız, evsiz, elektrizksiz kalmış insanların dertleriyle empati kuramayanlar, ancak kendi dertlerini Suriye'ye yansıtarak "cihatçılara" karşı, laik bir diktatörü desteklemekten çekinmiyor.
07 Aralık 2024 02:01
Mezhepçilik Derken Bir Kere Daha Düşünmek
Mustafa Kemal, Mersin ve Adana'ya gitti. Burada yaptığı konuşmada Adana'daki Türkçe konuşamayan nüfusa dikkat çekti: "Türk demek dil demektir. Milliyetin çok belirgin özelliklerinden biri dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve behemehâl Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk düşüncesine bağlı olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. Hâlbuki Adana'da Türkçe konuşmayan 20.000'den fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse; gençler, siyasal ve sosyal bütün kuruluşlar bu durum karşısında duyarsız kalırsa en aşağı yüz seneden beri devam edegelen bu durum daha yüzlerce sene devam edebilir. Bunun neticesi ne olur? Efendiler! Herhangi bir felaketli gününüzde bu insanlar, başka dille konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimize hareket edebilirler. Türk Ocaklarımızın başlıca vazifesi bu gibi unsurları, bizim dilimizi konuşan hakiki Türk yapmaya çalışmaktır. Bunlar Türk vatandaşlarıdır. Bugün ve yarın talihimiz ve kaderimiz birdir." (8) Mustafa Kemal'in adını vermediği bu Türkçe konuşmayan nüfus Nusayrilerdi. Atatürk, Adana'dan Konya'ya gitti ve 18 Şubat 1931 günü Ankara'ya dönmeyi beklemeden Başbakan İnönü'ye gördüklerini ve talimatlarını bir rapor yazarak iletti. Devlet Arşivleri'nde yer alan (BCA, 490.01.34.145.1) ve Atatürk'ün el yazısıyla hızlıca kaleme aldığı anlaşılan raporda çarpıcı tespitler yer aldı: "Adana şehrinde 20.000 ve merkez kazasında 35.000 Nusayri vardır. Mersin'den şarka doğru bütün sahil Nusayri köyleri ile kapalıdır. Burada hiç Türk yoktur. Nusayri olan Lazkiye hükümeti ile bu sahilimiz arasında daimi kaçakçılık ve hükümetçe hülulu mümkün olmayan temas ve münasebetler cereyan etmektedir. Valiler bu vaziyete karşı çaresizlik ve vazifesizlik ifade etmektedirler…Cenup (güney) mıntıkasındaki Nusayri kesafeti (yoğunluğu), burada idarî, harsî ve sistematik mesaîyi ve belki de fevkâlade tedbir düşünülmesini müstelzimdir. (gerektiriyordur)… Adana'da Nusayrilerden mühim bir kısmı ile, 10.000 kadar Kürt, bir çok Giritli, bilhassa ticaret sahibi dönmeler, Serbest Fırka'yı iltizam etmişler (tutmuşlar). Vali eyidir, yalnız müddei umumi açıktan Serbest Fırka ile çalışmış. Bu nedenle Afyon'a nakledilmiş. Eğer böyle sarih bir menfi hareket vardı ise nakil kafi görülmemelidir." Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, bölgedeki Nusayrilerin öğretmen okullarına gösterdiği ilgi için de ilginç tespitler yapmıştı: "Adana muallim mekteplerinde Nusayri talebe çoktur. Türkten başka unsurlara mensup olan bu talebe, yarın muallim olarak Türk mekteplerinde tedrisat yapacaktır… Biz aramızda Türk olmayan unsurları harsımızla yenerek temsil mi edeceğiz, yoksa ihmal mi? Bu iki fikre göre, onları okutmak mı muvafık olur, yoksa aksi mi? Türkten gayri unsurlardan muallim kullanmak doğru mu?"ü Nusayrilerin bir risk olarak görülmesi Hatay meselesinin gündeme geldiği 1937'de arttı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın Çukurova gezisi sonrasında hazırladığı 29 Nisan 1937 tarihli raporunda şöyle deniyordu: "Asırlardan beri, Çukurova'daki Türk halk kümesi arasında oturup yaşadıkları halde kırık dökük bir lehçe halinde Arapça da konuşan Alevî (Nusayrî) Türklerin, eski ana dilleri olan Türkçeyi çabucak öğrenip aralarında yalnız Türk dili ile konuşabilmelerini kolaylaştırmak ve müderris saltanat devrinin din esasına dayanan geri ve cahilane idaresinin; bu yurttaşlara diğer Çukurovalı Türkler arasında yaşattığı mezhep ihtilaflarından doğma ayrı gayrı cemaatler halinde duruş yerine Kemalist rejimin emrettiği milli vahdetin icabı olan; birbirini sever, kaynaşık fertlerden mürekkep müstenit bir kitle varlığına hizmet etmek." Bu amaçla 1937 yılında Adana, Mersin, İçel'de Hars Komiteleri kuruldu. AK Parti iktidarında.
07 Aralık 2024 02:01
Nereden Çıktı Bu Esadçılık?
Esad, 1 milyon insanın öldüğü, şehirlerin yıkıldığı, 7 milyon insanın mülteci haline geldiği bir savaştan koltuğu koruyarak çıkmış bir diktatör. Sadece ideolojik olarak ya da mezhepsel olarak kendisini Esad'a yakın hissedenler arasında da değil, başka konularda gayet demokrat olan, adalet, özgürlükler konusunda hassas insanların da önemli bir kısmı Suriye'de "cihatçılara", "çetelere" karşı Esad'ı tutuyor. Suriye'yi Türkiye'nin karıştırdığını, o yüzden mültecilerin Türkiye'ye geldiğine inanıyor. Suriye meselesi en başından itibaren laik-dindar tartışması, sünni-alevi meselesi üzerinden anlaşılıp, pozisyon alınan Türkiye için sadece bir dış politika meselesi değil, iç politika meselesi de. Son olarak onlara Kobani ile başlayan kırılma üzerinden DEM çizgisindeki Kürtler de eklenince, 40 yıllık bir kanlı diktatörün Türkiye'de geniş bir destekçi kitlesi oluştu. Türkiye'de olmasından korktukları, herkesi direnmeye çağırdıkları otoriter rejimin, hayallerinin bile ötesinde bir versiyonuyla 40 yıldır yönetilen Suriyelilerin direnişinde gördükleri tek şey ise uzun sakallar, dış güçler ve emperyalistler... Tunus'ta, Libya'da diktatörlere karşı hemen muhalefete destek veren Türkiye, Suriye'de dört ay boyunca Esad'dan vazgeçmedi. Hatta bu yüzden Türkiye, şimdi hükümeti mezhepçilikle suçlayanlar tarafından eleştiriliyordu. Yani Türkiye 2014'den sonra Suriye'de yalnız ve milyonlarca mülteciyle başbabaşa kaldı.
02 Aralık 2024 02:01
İrticai Anaokullarından Chp'li Kreşlere…
'İdarenin bütünlüğü' ilkesi, tekil devlet modelinde yönetim alanında öngörülen temel ilkedir." Tekil devlet modelinde, tek bir egemenlik vardır ve tek yetkili devlettir. Yerinden yönetimin en önemli sakıncası, Devlet'in birliğini ve kamu hizmetlerinin tutarlılığını bozabilmesidir." Paragraf, Cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer'in, AK Parti iktidarının Meclis'ten geçirdiği Kamu Yönetimi Reformu'nu 10 veto gerekçesinden. 2005 tarihinde AK Parti'nin Kamu Reformu yerine Meclis'ten geçirdiği Belediye Kanunu'nun da bazı maddelerini Sezer ve CHP Anayasa Mahkemesi'ne taşıdı. Sezer, kanunda belediyelere okul öncesi eğitim kurumu açma yetkisi veren maddedeki şu cümlenin iptalini istedi: "Belediye, kanunlarla başka bir kamu kurum ve kuruluşuna verilmeyen mahallî müşterek nitelikteki diğer görev ve hizmetleri de yapar veya yaptırır." CHP Samsun Milletvekili Haluk KOÇ, Ankara Milletvekili Oya ARASLI ve 112 CHP milletvekili ise kanunda belediyelere okul öncesi eğitim kurumu açma yetkisi veren maddenin tamamının iptalini istediler. "Anayasada eğitim ve öğretimin bireysel bir hak ve devlet için de bir ödev olarak sayıldığı, devletin bu ödevleri Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, aklın egemenliğine dayanan çağdaş eğitim ve öğretim kurumlarının oluşturarak yerine getireceği, bu nedenle eğitim ve öğretimin merkezi yönetimin görevleri arasında kalmasının zorunlu olduğu, Anayasanın 174. maddesinde ülkede laik eğitime geçişi sağlayan devrim yasalarının sayıldığını, bu veriler ışığında yasa koyucunun, eğitim ve öğrenim hakkını düzenlerken, toplumun gereksinim duyduğu insan gücünün yetiştirilmesi yoluyla toplumsal, ekonomik ve kültürel kalkınmanın sağlanması hususlarını gözetmesi gerektiği ve bunun da ancak merkezi planlama ve program kadar uygulamayla da gerçekleştirilebileceği, uygulamada okul öncesi eğitimde belediyelere görev verilmesinin, eğitimin laikleşmesini ve tek elden yürütülmesini amaçlayan eğitim birliği ilkesiyle, ulusal birlik amacıyla, demokratik, laik, eşitlikçi, adil, işlevsel ve bilimsel temellere dayalı eğitim anlayışıyla, Anayasanın Atatürk ilke ve devrimlerini temel alan ruhuyla bağdaşmadığı; "Anayasa'nın laiklikle ilgili bütün maddeleri sıralanmıştı. Bu kez AK Parti, CHP'lilerin okul öncesi 38 aya kadar çocuklar için açtığı kreşlerin bazılarının anaokulu gibi işlev gördüğünü söyleyerek AYM'nin bu kararını jatırlatarak, kreş adı altındaki anaokullarının kapatılmasını istedi.
27 Kasım 2024 02:01
İrticai Anaokullarından Chp'li Kreşlere…
"Merkez yönetim ve yerel yönetimler, devlet iktidarının örgütlenmesinde hizmeti ve coğrafyayı esas alarak iki temel parçayı oluşturmaktadır. Bu iki parçalı yapının yönetsel örgütlenmede farklı sonuçlara yol açmaması için, Anayasa'da 'idarenin bütünlüğü' ilkesine yer verilmiş ve yerinden yönetim, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği ve yönetimin tümlüğü ilkeleriyle sınırlandırılmıştır. 'İdarenin bütünlüğü' ilkesi, tekil devlet modelinde yönetim alanında öngörülen temel ilkedir." Tekil devlet modelinde, tek bir egemenlik vardır ve tek yetkili devlettir. Yerinden yönetimin en önemli sakıncası, Devlet'in birliğini ve kamu hizmetlerinin tutarlılığını bozabilmesidir." Başbakanlık müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer'in imzasını taşıyan cumhuriyet tarihinin en köklü yerel yönetim reformu kanunun ilk maddesinde dendiği gibi "merkezî idare ile mahallî idarelerin görev, yetki ve sorumluluklarının çağdaş kamu yönetimi ilke ve uygulamaları çerçevesinde belirlenmesi" ni amaçlıyordu. Reform paketindeki "Mahallî müşterek ihtiyaçlara ilişkin her türlü görev, yetki ve sorumluluklar ile hizmetler mahallî idareler tarafından yerine getirilir" ve "Merkezi idare, mahalli idarelerin sorumluluk alanlarına giren görev ve hizmetler için mahallî düzeyde teşkilât kuramaz, doğrudan ihale ve harcama yapamaz" maddeleriyle yerel yönetimlere geniş bir yetki ve sorumluluk alanı tanınmıştı. O günlerde Başbakan Erdoğan ise Sezer'in vetosu için "Neler yaptıysak tutucuların direnmesine karşı yaptık. Merkezileşmeden gelen yapı nedense mahalli idarelere hep şüpheyle bakıyor" demiş, bu reformun PKK'nın işine yaracağı eleştirilerine karşı "illegal örgütlerin işine yarar diye geri adım atamayız. Bugün yapmazsak yarın yapmak zorunda kalacağız" diyerek gerekirse referanduma gideceklerini söylemişti. "Belediye, kanunlarla başka bir kamu kurum ve kuruluşuna verilmeyen mahallî müşterek nitelikteki diğer görev ve hizmetleri de yapar veya yaptırır." "Okul öncesi eğitim kurumları açabilir; Devlete ait her derecedeki okul binalarının inşaatı ile bakım ve onarımını yapabilir veya yaptırabilir, her türlü araç, gereç ve malzeme ihtiyaçlarını karşılayabilir; sağlıkla ilgili her türlü tesisi açabilir ve işletebilir; kültür ve tabiat varlıkları ile tarihî dokunun ve kent tarihi bakımından önem taşıyan mekânların ve işlevlerinin korunmasını sağlayabilir; bu amaçla bakım ve onarımını yapabilir, korunması mümkün olmayanları aslına uygun olarak yeniden inşa edebilir. Gerektiğinde, öğrencilere, amatör spor kulüplerine malzeme verir ve gerekli desteği sağlar, her türlü amatör spor karşılaşmaları düzenler, yurt içi ve yurt dışı müsabakalarda üstün başarı gösteren veya derece alan sporculara belediye meclisi kararıyla ödül verebilir. Gıda bankacılığı yapabilir. Belediye, kanunlarla başka bir kamu kurum ve kuruluşuna verilmeyen mahallî müşterek nitelikteki diğer görev ve hizmetleri de yapar veya yaptırır. Hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırası, belediyenin malî durumu ve hizmetin ivediliği dikkate alınarak belirlenir. Belediye hizmetleri, vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunulur. Hizmet sunumunda özürlü, yaşlı, düşkün ve dar gelirlilerin durumuna uygun yöntemler uygulanır." "Anayasada eğitim ve öğretimin bireysel bir hak ve devlet için de bir ödev olarak sayıldığı, devletin bu ödevleri Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, aklın egemenliğine dayanan çağdaş eğitim ve öğretim kurumlarının oluşturarak yerine getireceği, bu nedenle eğitim ve öğretimin merkezi yönetimin görevleri arasında kalmasının zorunlu olduğu, Anayasanın 174. maddesinde ülkede laik eğitime geçişi sağlayan devrim yasalarının sayıldığını, bu veriler ışığında yasa koyucunun, eğitim ve öğrenim hakkını düzenlerken, toplumun gereksinim duyduğu insan gücünün yetiştirilmesi yoluyla toplumsal, ekonomik ve kültürel kalkınmanın sağlanması hususlarını gözetmesi gerektiği ve bunun da ancak merkezi planlama ve program kadar uygulamayla da gerçekleştirilebileceği, uygulamada okul öncesi eğitimde belediyelere görev verilmesinin, eğitimin laikleşmesini ve tek elden yürütülmesini amaçlayan eğitim birliği ilkesiyle, ulusal birlik amacıyla, demokratik, laik, eşitlikçi, adil, işlevsel ve bilimsel temellere dayalı eğitim anlayışıyla, Anayasanın Atatürk ilke ve devrimlerini temel alan ruhuyla bağdaşmadığı; okul öncesi eğitim için bina sağlamak ve eğitim kurumu açmanın belediyenin görevi olabileceği, ancak burada verilecek eğitimin tamamen merkezi idarenin görev ve sorumluluğunda olması gerektiği; ancak iptali istenen ibarenin yapılacak eğitimin yöntemini de kapsayabileceği, dolayısıyla belirsiz olduğu; izinsiz açılan yasadışı kurslarla ilgili güncel tartışmaların, okul öncesi eğitimin merkezi yönetimin genel sorumluluğu altında olması gereğini gösterdiği, bu nedenle ibarenin, Anayasanın Başlangıç ilkelerine, 2., 11., 24., 42., 127. ve 174. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür." Sonra belediyeler CHP'li oldu.
27 Kasım 2024 02:01
Üsküp'ten Kalkan Bir Tren…
Üsküp, İstanbul'dan 61 yıl önce bir Osmanlı şehri oldu. Tarih boyu "Milletler salatası" olan Makedonya tekrar karıştı. Bulgar memur, sırada bekleyen Türk'e "çekil Çingene" diye bağırınca, genç adam "Çingene değilim, Türküm" diye itiraz etti. Memur da "Oştepoloşo (Daha beter) deyip, genç adamı dövdü. Ağustos 1947'de bir gece Yugoslav gizli polisi Üsküp'te evleri basmaya başladı. Yaşasın Türkiye' demişti. Zamanın Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, "davaya müdahil olacak mısınız" sorularına "Bu hususta benim de malumatım sizinki kadardır. Tarafımızdan herhangi bir teşebbüste bulunulmuş değildir" cevap vermişti. Son umutları Ankara olan dört Yücelci Türk, 27 Şubat 1948 günü bir kayanın dibinde kurşuna dizildi. "Ya kolhoza ya Türkiye'ye" kampanyaları başladı. Nihayet 1953 yılında Türkiye ve Yugoslavya Balkan Paktı'nı imzaladı. Tito'nun Türkiye ziyaretiyle oluşan pozitif havada Yugoslavya, Türklerin Türkiye'ye göçünü kolaylaştırdı. Kimliklerini ve dinlerini korumak isteyenler Türk aileler, "Stanbul"a doğru trenlere binip göçe başladılar. 1952'de 30 Türk Türkiye'ye göç etmişken, 1953'de bu sayı 640'a, 1954'de 5062'ye, 1955'de 9669'a çıktı. 1953 nüfus sayımına göre 1 milyon nüfuslu Makedonya'da 203.938 Türk yaşıyordu. Sadece 1953-1958 yılları arasında Türkiye'ye Yugoslavya'dan 104.372 kişi göç etti. 1967'ye kadar bu sayı 200 bine çıktı. Ama sosyalist düzende esnaflık yapmak zorlaşmaya başlamıştı. Akif Bey, çocuklarını bu "gavur" elinde büyütmek istemiyordu. "Bir gavur elinden diğerine de" gitmek istemiyordu. Modernleşmeyle şehirlerde yepyeni bir hayat vardı. Kimi Enka'yı kurdu, kim "goralı sandviç" yaptı. Nüfus memuru "sen mert bir adama benziyorsun" diyerek ona Mertoğlu soyadını uygun gördü. Tek tesellimiz tam da istediği gibi "şerefiyle ve onuruyla" sürünmeden her şeyin olup bitmesi oldu. İyi bir Karar okuruydu, eleştirilerini bile "biz öyle yapmayalım" diyerek ifade eden en sadık okuruma bu köşeden veda etmek istedim.
25 Kasım 2024 00:01
Üsküp'ten Kalkan Bir Tren…
Üsküp, İstanbul'dan 61 yıl önce bir Osmanlı şehri oldu. Tarih boyu "Milletler salatası" olan Makedonya tekrar karıştı. Bulgar memur, sırada bekleyen Türk'e "çekil Çingene" diye bağırınca, genç adam "Çingene değilim, Türküm" diye itiraz etti. Memur da "Oştepoloşo (Daha beter) deyip, genç adamı dövdü. Ağustos 1947'de bir gece Yugoslav gizli polisi Üsküp'te evleri basmaya başladı. Yaşasın Türkiye' demişti. Zamanın Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, "davaya müdahil olacak mısınız" sorularına "Bu hususta benim de malumatım sizinki kadardır. Tarafımızdan herhangi bir teşebbüste bulunulmuş değildir" cevap vermişti. Son umutları Ankara olan dört Yücelci Türk, 27 Şubat 1948 günü bir kayanın dibinde kurşuna dizildi. "Ya kolhoza ya Türkiye'ye" kampanyaları başladı. Nihayet 1953 yılında Türkiye ve Yugoslavya Balkan Paktı'nı imzaladı. Tito'nun Türkiye ziyaretiyle oluşan pozitif havada Yugoslavya, Türklerin Türkiye'ye göçünü kolaylaştırdı. Kimliklerini ve dinlerini korumak isteyenler Türk aileler, "Stanbul"a doğru trenlere binip göçe başladılar. 1952'de 30 Türk Türkiye'ye göç etmişken, 1953'de bu sayı 640'a, 1954'de 5062'ye, 1955'de 9669'a çıktı. 1953 nüfus sayımına göre 1 milyon nüfuslu Makedonya'da 203.938 Türk yaşıyordu. Sadece 1953-1958 yılları arasında Türkiye'ye Yugoslavya'dan 104.372 kişi göç etti. 1967'ye kadar bu sayı 200 bine çıktı. Ama sosyalist düzende esnaflık yapmak zorlaşmaya başlamıştı. Akif Bey, çocuklarını bu "gavur" elinde büyütmek istemiyordu. "Bir gavur elinden diğerine de" gitmek istemiyordu. Modernleşmeyle şehirlerde yepyeni bir hayat vardı. Kimi Enka'yı kurdu, kim "goralı sandviç" yaptı. Nüfus memuru "sen mert bir adama benziyorsun" diyerek ona Mertoğlu soyadını uygun gördü. Tek tesellimiz tam da istediği gibi "şerefiyle ve onuruyla" sürünmeden her şeyin olup bitmesi oldu. İyi bir Karar okuruydu, eleştirilerini bile "biz öyle yapmayalım" diyerek ifade eden en sadık okuruma bu köşeden veda etmek istedim.
25 Kasım 2024 00:01
Peki, Turan İtil Abd'den Neden Türkiye'ye Dönmüştü?
Her şey Soğuk Savaş'ın kızıştığı 1950'lerin başında CIA'in, komünistlerin insan zihnini kontrol edecek bir ilaç ya da teknik geliştirdiğinden şüphe etmesiyle başladı. 1953 yılında karşı bir zihin kontrol ilacı ya da tekniği geliştirmek için CIA, MK-ULTRA adlı gizli programını başladı. 1953 ile 1973 yılları arasında MK-ULTRA gizli projesi için CIA üniversiteler, araştırma merkezlerini finanse etti, sahte vakıflar kurdurdu, denekler üzerinde deneyler yaptırdı. Turan İtil, 1924'te Bursa'da doğmuş, 1948'de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden doktorasını alıp, 1950'lerin başında Almanya'daki Tübingen Üniversitesi'nde nöroloji ve psikiyatri eğitimini tamamlamıştı. 1958'de Roma'da tanıştığı Max Fink ile ortak çalışmaları ilerletmiş ve 1963'te BD'ye gideren Missouri Psikiyatri Enstitüsü'nde Max Fink'le birlikte çalışmaya başlamıştı. Deneylerde ismi geçen iki psikiyatr vardı: Max Fink ve Turan İtil. 1974'te Turan Itıl, Missouri Üniversitesi'nden New York Tıp Koleji'ne geçiş yaptı. 20.000 belgeden oluşan bir önbellek, bir mali kayıt binasında yanlış depolandıkları ve 1977'deki bir FOIA talebinin ardından keşfedildikleri için Helms'in tasfiyesinden sağ kurtuldu. 12 Eylül'ün hapse attığı solcu ve sağcı mahkumlar üzerinde testler ve deneyler.
20 Kasım 2024 02:01