Anayasanın 4. maddesi şöyle: "Anayasanın 1. maddesindeki devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesindeki hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez." Birinci Madde: 1982 Anayasası'nın devletin rejimini belirten 1. maddesi, ilk olarak 1921 Anayasası'nda "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir" şeklinde yer aldı. 1924 Anayasası'nda 1. madde "Türkiye Devleti bir cumhuriyettir" haline geldi. İkinci ve üçüncü madde: 1982 Anayasası'nın Cumhuriyet'in temel niteliklerini belirten 2. maddesi ile devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkentini belirten 3. maddesi ilk olarak 1921 Anayasası'nda 29 Ekim 1923'te yapılan değişiklik sonrasında anayasanın 2. maddesinde "Türkiye Devleti'nin dini İslamdır. Resmi dili Türkçedir" şeklinde yer aldı. 1924 Anayasası'nda, "Türkiye Devleti'nin dini İslamdır. Resmi dili Türkçedir. Başkenti Ankara şehridir" şeklini alan bu 2. madde, 10 Nisan 1928'deki anayasa değişikliğiyle "Türkiye Devleti'nin resmi dili Türkçedir; başkenti Ankara şehridir" biçimine dönüştü. 2. madde 5 Şubat 1937'deki anayasa değişikliğiyle "Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır. Resmi dili Türkçedir. Başkenti Ankara şehridir" haline geldi. Ayrıca 1924 Anayasası'ndaki "Her Türk hür doğar, hür yaşar" diye başlayan 68. madde ile hak ve özgürlüklere yer veren 68-88. maddeler, örneğin, "Hiçbir kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefi içtihadından dolayı muaheze edilemez" diyen 75. madde; 1982 Anayasası'nın 2. maddesi ile "Başlangıç" kısmındaki insan hakları, demokrasi, laiklik, sosyal hukuk devleti vurgularına temel oluşturmakta. 1982 Anayasası'nın değiştirilemez ilk üç maddesinin kökleri daha çok 1924 Anayasası'na dayanmakla birlikte, ilk üç madde bugünkü şeklini 1961 Anayasası'nda aldı. 1982 Anayasası'nda, 1961 Anayasası'ndaki bu ilk üç madde aynen korunmakla birlikte 2. maddeye "toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı, Atatürk milliyetçiliğine bağlılık" ilkeleri eklendi. Görüldüğü gibi bugün anayasamızdaki "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek" ilk üç madde, 1921 Anayasası'nın 1923'te değiştirilmesiyle, özellikle 1924 Anayasası'yla ve bu anayasada 1928'de ve 1937'de yapılan değişikliklerle -Atatürk'ün sağlığında- temellendirildi. Türkiye Cumhuriyeti'nde ilk kez, Atatürk döneminde, 1924 Anayasası'nda, değiştirilemez maddeye yer verildi. 1924 Anayasası'ndaki " Cumhuriyetin değiştirilemezliği" ilkesi, 1961 Anayasası'nda da varlığını kordu. (Anayasa Mahkemesi'nin 27.1.1977 günlü, E.1976/43, K.1977/4 sayılı Kararı, AMKD, Sayı 15, s.115.) 1982 Anayasası hazırlanırken Danışma Meclisi'nin, anayasa tasarısının 11. maddesinde, -1961 Anayasası'ndaki gibi- "Devlet şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez" denmişti. Fakat Milli Güvenlik Kurulu'nda yapılan görüşmelerde, devlet şeklinin cumhuriyet olduğuna ilişkin 1. maddeden başka, Cumhuriyetin niteliklerini belirten "Başlangıç" kısmı dahil 2. maddeyi ve devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkentini belirten 3. maddeyi de değişmezlik kapsamına alan 4. madde ortaya çıktı. Böylece 1961 Anayasası döneminde, 1977'de Anayasa Mahkemesi kararıyla güvenceye alınan "Cumhuriyetle birlikte Cumhuriyet'in temel niteliklerinin de değiştirilememesi" hükmü, 1982 Anayasası'nın 4. maddesiyle doğrudan anayasal güvence altına alındı. Sözün özü şu: Bugün anayasamızın 4. maddesine göre "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek" ilk üç maddenin değişmesini isteyenlerin hedefi, anayasadaki ifadeyle, "Atatürk milliyetçiliğine bağlı, devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün, dili Türkçe, bayrağı ay yıldızlı al bayrak, milli marşı İstiklal Marşı, başkenti Ankara olan, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti" Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmaktır.
Kaynak: Cumhuriyet
18 Eylül 2024 05:27
Alıntıdır : Haber Kaynağı İçin Tıklayınız
Bu habere çok benzer konularda diğer kaynaklardaki haberlere aşağıdan ulaşabilirsiniz.
Atatürk Libya'ya Neden Gitmişti?
Örneğin, 2020'de Libya Tezkeresi TBMM gündemine geldiğinde "Ne işimiz var Libya'da?" diye soranlara, "Madem Libya'nın bizimle ilgisi yok, o zaman Mustafa Kemal orada ne arıyordu?" diye sormuştu. Mustafa Kemal, Libya'ya (Trablusgarp'a) ilk kez 1908'de gitti. Mustafa Kemal Trablusgarp'ta önce asi belediye başkanı Hasüne Paşa'yı yola getirmek istedi. Bunun üzerine Mustafa Kemal doğrudan tehlikenin üstüne yürüdü. Trablusgarp'taki gerici isyanı bastıran Mustafa Kemal, 19 Ekim 1908'de Bingazi'ye hareket etti. İsyanları bastıran Mustafa Kemal, Ocak 1909'da Bingazi'den Selanik'e döndü. Yani Mustafa Kemal, 1908'de II. Meşrutiyet'e karşı gerçekleştirilen şeriatçı isyanı bastırmak için Trablusgarp'a gönderilmişti. 29 Eylül 1911'de İtalya Osmanlı'ya savaş ilan etti. Sonra da Mustafa Kemal, 15 Ekim 1911'de gazeteci Mustafa Şerif kimliği ile arkadaşları Ömer Naci, Sapancalı Hakkı ve Yakup Cemil ile birlikte İstanbul'dan hareket edip Mısır İskenderiye'ye vardı. 23 Ekim 1911'de İskenderiye'den Trablusgarp'a hareket etti. Bu sırada 27 Kasım 1911'de binbaşılığa yükseldi. Mustafa Kemal, 19 Aralık 1911'de Tobruk Bölgesi Komutanı oldu. 30 Aralık 1911'de Derne komutanı oldu. 18 Ocak 1912'de Derne'de Hilal-i Ahmer Hastanesi'ne yattı. Mustafa Kemal, 8-9 Mayıs 1912'de Derne'den, Selanik'teki Salih Bozok'a bir mektup yazdı. Bu cümleleriyle "Mustafa Kemal Atatürk Libya'da ne arıyordu?" sorusuna bizzat Mustafa Kemal Atatürk yanıt veriyor. 8 Ekim 1912'de Balkan ülkeleri Osmanlı'ya saldırdı. 15 Ekim 1912'de İtalya ile Osmanlı arasında Uşi Antlaşması imzalandı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan İstanbul'a hareket etti. Mustafa Kemal, Trablusgarp'a giderken, aslında aklı ve ruhu Selanik'te kalmıştı. O sırada Mustafa Kemal Trablusgarp'ta değil Balkanlarda olmayı tercih ederdi. Mustafa Kemal, 1910'da Selanik'te II. Redif Tümeni kurmay başkanıyken bölgeyi dağ tepe gezerek "Rumeli Savunma Planı" hazırlamıştı. Genç Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal bir gerçekçiydi. Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat 1917'de Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanlığı'na getirildiğinde Hicaz'a taarruz etmeyi reddetti. Mustafa Kemal Paşa, 27 Haziran 1917'deki Halep toplantısında Enver Paşa'ya Bağdat harekâtından vazgeçilmesini ve Filistin'in savunulmasını önerdi. Mustafa Kemal Paşa, 20-24 Eylül 1917'de Halep'ten Enver, Cemal ve Talat paşalara gönderdiği iki raporda, "Askeri siyasetimiz bir savunma siyaseti olmalı. Yurtdışında tek bir Osmanlı eri kalmamalıdır" dedi. Mustafa Kemal Paşa, 19 Eylül 1918'de başlayan Suriye-Filistin'e yönelik İngiliz taarruzunu Halep'in kuzeyinde Katma'da durdurdu. Sonuç olarak, Mustafa Kemal Atatürk'ün iki farklı Libya mücadelesi sırasında (1908'de ve 1911'de) Libya vatan toprağıydı. Mustafa Kemal, 1911'de İtalyan emperyalizmine karşı "vatan toprağını" savunmak için Libya'ya gitmişti. İsrafil Kurtcephe, "Trablusgarp'ın İtalyanlarca İşgali, Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının Direnişe Katılmaları", Atatürk Yolu Dergisi, C.2, S.6 Ankara 1990.
13 Kasım 2024 05:16
Laik Cumhuriyet, Ulus Devlet Ve Yurttaşlık
Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm yurttaşları, etnik ve dinsel ayrım gözetilmeksizin Türk ulusunun özgür ve eşit bireyleridir. Gerçekten de Türkiye'de geçmiş, "geçmeyen olmuş" durumda. Çünkü Atatürk'ün kurduğu laik Cumhuriyetin kuruluş felsefesi, zaten din ve ırk farkı gözetilmeksizin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının eşitliğini esas almıştır. (Sevr, Md. 62-64, 88-93) Türkiye Lozan Konferansı'nda Anadolu'da bir Ermenistan ve Kürdistan kurulmasına izin vermedi, böylece Türkiye'nin toprak bütünlüğü sağlandı. İngiliz Başdelegesi Lord Curzon, Sevr Antlaşması'nın 145-148.maddelerde geçen "soy, dil ve din azınlıkları" kavramını Lozan'da yeniden gündeme getirdi. 9 Ocak 1923 oturumun- da İsmet Paşa, bu konudaki son sözünü söyledi: "Türkiye'de hiçbir Müslüman azınlık yoktur. Çünkü teorik olarak olduğu gibi uygulamada da Müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir ayrım gözetilmemektir." İsmet Paşa'nın kesin tavrından sonra konu bir daha gündeme gelmedi. 1. Türkiye, Müslüman olmayan azınlıklara, hayatları ve özgürlükleri bakımından çoğunluğun yararlandığı aynı hakları ve aynı korumayı sağlamayı kabul eder. 2. Müslüman olmayan azınlıklar din ve mezhep özgürlüğüne sahiptirler. 3. Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk yurttaşları, Müslüman olanlarla aynı yurttaşlık haklarına sahiptirler. 4. Türkiye'de oturan herkes, din ayrımı yapılmaksızın kanun önünde eşittir. 9. Türkiye'nin Müslüman olmayan azınlıklara tanıdığı bu haklar, Balkan devletleri ile Türkiye'nin komşusu olan devletlerdeki bütün Müslüman azınlıklara da tanınmıştır. Sonuçta Lozan Barış Antlaşması'nın 38. maddesinde, "Türkiye Hükümeti doğum, milliyet, dil, soy veya din ayırmaksızın Türkiye halkının tümünün yaşam ve özgürlüklerini tam olarak korumayı yükümlenir," denerek Türkiye'de herkesin, kanun ve genel ahlaka aykırı olmamak üzere, mezheplerinin ve inançlarının gereklerini özgürce yerine getirebilecekleri ve azınlıkların özgürce seyahat edebilecekleri belirtilmiştir. Lozan Barış Antlaşması'nın 39. maddesine göre "Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyruklar, Müslümanlarla özdeş medeni ve siyasi haklardan yararlanacaktır. Bütün Türk halkı din farkı gözetilmeksizin yasalar önünde eşit olacaktır". Çok açıkça görüldüğü gibi Türkiye Lozan'da yurttaşların soy, dil ve din temelli olarak bölünmesini kabul etmedi. Sadece Müslüman olmayanları azınlık kabul etti. 22 Eylül 1923 tarihli Meclis gizli oturumunda Samih Rıfat Bey, milliyet bağının kandan ibaret olmadığını söyleyerek kültüre ve dine vurgu yaptı. Hamdullah Suphi Bey, 88. maddenin "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur" şeklinde düzeltilmesini istedi. Böylece 1924 Anayasası'nın 88. maddesi bu şekliyle onaylanıp kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu lideri Atatürk de 1930'da Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabında, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" tanımını yaptı. Cumhuriyetin kuruluşundan 100 yıl sonra bugün, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını etnik kökenlerine, dinsel aidiyetlerine göre ayrıştırmak, "eşitlik" diyerek etnik kimlikleri ulusal kimlikle eşitlemeye kalmak, Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter bütünlüğünü, ulus devlet yapısını bozar; Türkiye'yi, 100 yıl sonra yeniden Sevr travmasıyla karşı karşıya bırakır.
06 Kasım 2024 05:07
Nedir Cumhuriyet?
Kurulduğundan beri içeriden ve dışarıdan gizli açık birçok saldırıya uğrayan bağımsız, üniter, laik Türkiye Cumhuriyeti 101 yaşında... İngiltere'nin Türkiye Büyükelçisi R. Lindsay, 24 Mayıs 1925'te, Londra'ya gönderdiği bir raporda aynen şöyle diyordu: "İngiltere ve Batılı devletler Ankara'ya karşı sistematik olarak direnirlerse Türkiye'deki yeni rejim (cumhuriyet) ve Mustafa Kemal devrilebilir." (Şimşir, s.232, 336) Aklın, düşüncenin ve vicdanın özgürlüğüdür cumhuriyet. Akıldır, bilimdir, çağdaş uygarlıktır cumhuriyet. Kulun yurttaşa dönüşmesidir cumhuriyet. Soyadına sahip özgür bireydir cumhuriyet. Bacası tüten fabrikadır cumhuriyet. Okula giden kız çocuğudur cumhuriyet. Kadının medeni ve siyasal haklarına kavuşmasıdır cumhuriyet. Halkın aydınlanmasıdır cumhuriyet. Atatürk'ün deyişiyle "Bilhassa kimsesizlerin kimsesidir cumhuriyet." Özgür ve bağımsız, insanca, uygarca yaşamaktır cumhuriyet. Bu nedenle 1923'te kurulan "Cumhuriyet" 1937'de laikliğin anayasaya girişiyle tamamlanmış ve "laik Cumhuriyet" olmuştur. Yaşasın laik Cumhuriyet!
30 Ekim 2024 05:15
Cumhuriyetin Çocukları Yaşatma Savaşı
Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin bir "Çocuk Davası" vardı. Türkiye'de çocuk bakımı ile ilgili ilk kapsamlı çalışma 19. yüzyılda, 1863'te Niş Islahhanelerinin açılması ile başladı. 1-3 Eylül 1925 tarihleri arasında toplanan Birinci Milli Türk Tıp Kongresi'nin ana konusu çocuk ölümleriydi. Cumhuriyet için "çocuk ölümleri" bir ulusal meseleydi. Çocuk ölüm oranları korkutucu düzeyde yüksekti. Cumhuriyetin başarılı sağlık ve sosyal yardım politikaları sayesinde alınan önlemler sonucu Türkiye'de çocuk ölüm oranları 1927 yılına gelindiğinde yüzde 80, yüzde 90'dan, yüzde 25 ila 35 arasına çekildi. Genç Cumhuriyet, çocuk bakımına, anne-çocuk sağlığına, kimsesiz çocukların sahiplenilmesine ve okullaşmanın artırılmasına büyük önem verdi. 1921'de Ankara'da şehit çocukları başta olmak üzere kimsesiz çocukları korumak için Mustafa Kemal Paşa'nın (Atatürk'ün) himayesinde Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti kuruldu. Atatürk, 1935 yılında cemiyete Çocuk Esirgeme Kurumu adını verdi. Kurum, 1921-1935 yılları arasında yurtiçinde 574, yurtdışında 38 olmak üzere toplam 612 şube açtı. Çocuk Esirgeme Kurumu 20 yılda toplam 3.469.990 çocuğa yardım etti. Çocuk yuvası ve şefkat yuvası: 25 Gündüz bakımevi (kreş): 9 Çocuk yurdu: 21 Süt damlası: 61 Muayenehane: 5 Diş muayenehanesi:3 Doğumevi:9 Pansiyon:38 Aşhane: 112 Talebe sofrası: 71 Çocuk bahçesi: 10 Sıhhi banyo: 13 Sinema: 11 Okuma odası: 5 Çocuk kütüphanesi: 2 Çocuk bakıcılık okulu: 2 Ana mektebi: 4 Çocuk bakıcılık müzesi: 1 Çocuk sarayı: 1 Yüzme ve kum havuzu Ziyaretçi hemşire teşkilatı Emzirme sığınakları ve emzirme odaları Ana kucakları Çocuk Esirgeme Kurumu, halkı bilgilendirmek için, 1939'a kadar kitap, dergi, afiş, broşür toplam 3 milyondan fazla yayın yaptı. 23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamalarını başlatıp gelenekselleştiren de Himaye-i Etfal Cemiyeti'ydi. Cemiyet, Atatürk'ün desteğiyle 23 Nisanları 1925'ten itibaren "Çocuk Günü", 1929'dan itibaren "Çocuk Haftası" olarak kutladı. 1938'e kadar hedeflenen 20 obanın 14'ü açıldı, toplam 463 çocuk kabul edildi. 1930'a kadar Ankara, Konya, Balıkesir, Adana, Çorum, Malatya, Erzurum ve Kars'ta "Doğum ve Çocuk Bakım Evleri" açıldı. 1000'e yakın çocuk yatırıldı. Bu kurumlarda toplam 82 bin 200 çocuk tedavi gördü. 1925'te engelli çocuklar için İzmir'de 100 yataklı bir okul açıldı. 1927'de "Çocukları Zararlı Yayınlardan Koruma Kanunu" çıkarıldı. 1935 CHP Programı'nda "Çocuk Bakımı" başlığı altında 56. ve 57. maddelerde doğum evlerinin artırılacağı, parasız doğum yardımı sağlanacağı, annelere çocuk bakımı öğretileceği, ebe ve bakıcı sayılarının artırılacağı, şehirlerdeki Süt Damlaları, süt çocukları için Bakım ve Danışma Evleri, kreşler ve öksüz yurtlarının çoğaltılacağı, işçi anneleri ve çocukları ile kimsesiz çocukların korunacağı belirtiliyordu. İlerleyen yıllarda çocuk hekimliği kürsülerinin sayısı artırıldı. Ayrıca Ankara Numune Hastanesi'nde, İstanbul Tıp Fakültesi'nde çocuk bölümleri açıldı. Bunun için her şeyden önce yenidoğan çocukların yaşatılması gerekliydi. Cumhuriyet, yenidoğan bebekleri yaşatmak, çocukları sağlıklı koşullarda büyütmek için gerçek anlamda bir seferberlik ilan etti. Zafer Toprak, "Erken Cumhuriyet, Nüfus Sorunu ve Çocuk Ölümleri", Toplumsal Tarih, S. 281, Mayıs 2017, s.22-31.
23 Ekim 2024 05:38
Atatürk'ün Cumhuriyeti
Aydınlanma ve Sanayi devrimlerini yapamamış, yüzde 90-95'i okur-yazar olmayan, savaş yorgunu, yoksul, hasta ve uluslaşmamış bir din-tarım toplumunda, 600 yıllık saltanatın gölgesindeki çokuluslu bir imparatorluğun enkazından yaklaşık on yıllık bir meşrutiyet tecrübesi ile laik bir cumhuriyet çıkarmak hiç de kolay değildi. (1930'larda liselerde okutulan, Afet İnan imzasıyla yayımlattığı "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" adlı kitabında Cumhuriyeti bu şekilde kullandığı açıkça görülmektedir.) Ancak Atatürk'ün anladığı ve Türkiye'de kurduğu Cumhuriyet, sadece siyasal rejim değişikliğini değil, aynı zamanda çağdaş bir sosyo-kültürel değişimi amaçlıyordu. Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin temel amacı çağdaş medeniyetti. Atatürk, bu gerçeği şöyle ifade ediyordu: "Milletimizin hedefi, milletimizin mefkûresi (ideali) tam anlamıyla medeni bir toplum olmaktır. Çünkü dünyada bir milletin varlığının değer, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle orantılıdır. Medeni eser yaratmak yeteneğinden yoksun olan milletler özgürlük ve bağımsızlıklarını kaybetmeye mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda yürümek ve başarılı olmak hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde ileriye değil geriye bakmak bilgisizliğini ve ihtiyatsızlığını gösterenler, genel medeniyetin coşkun seli altında boğulmaya mahkûmdurlar." (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.16, s.288) "Medeniyetin coşkun seli karşısında direnç boşunadır ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok acımasızdır. Dağları delen, gökyüzünde uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin kudret ve yüceliği karşısında Ortaçağ zihniyetiyle, ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletler mahvolmaya mahkûmdurlar…" (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.17, s.286) Atatürk bu sözleri, 1925 yılında şapkayı tanıtırken kılık kıyafet devrimini yaparken söylemişti. Atatürk'ün teşhisi çok doğruydu. Atatürk, 22 Eylül 1924'te, Samsun'da cumhuriyetin öğretmenlerine -dünya tarihine altın harflerle yazılacak sözlerle- şöyle seslenmişti: "Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit (en gerçek yol gösterici) ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır. Yalnız ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır. Bin iki bin, binlerce sene önceki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir." (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.17, s.44) Atatürk, bu sözleri tam 100 yıl önce söylemişti. "Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan bulup alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur," diyen (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.14, s.44-45) Atatürk'ün liderliğinde gerçekleştirilen Cumhuriyet Devrimlerinin tamamı bilimsel bir temele dayanan çağdaşlaşmaya yönelik düzenlemelerdir. Amacı "çağdaş medeniyet", parolası "bilim", niteliği "laik" olan Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan 100 yıl sonra bugün, kuruluş felsefesinden uzaklaştırılmak isteniyor.
16 Ekim 2024 05:52
Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası'nın Açılışı
"Atatürk, Birinci Endüstrileşme Planı'na göre Sümerbank'ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasını açtı." (9 Ekim 1937) O fabrikalardan biri de tam 87 yıl önce bugün, 9 Ekim 1937'de Atatürk'ün açtığı Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası'ydı. Türkiye'de 1933'te, Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (BBYSP) kapsamında Sümerbank'ın, öncelikle yüksek üretim kapasitesine sahip dokuma fabrikaları kurmasına karar verilmişti. Nazilli Basma Fabrikası'nın projelerini hazırlama görevi Türk-Sovyet ortaklığıyla kurulan Türkstroy'a verilmişti. Nazilli Basma Fabrikası'nın proje çizimlerini, Kayseri Dokuma Fabrikası'nın da çizimlerini yapan Sovyet Mimar İvan Sergeevich Nikolaev yapmıştı. Nazilli Basma Fabrikası'nın 5 milyon liraya mal olacağı hesaplanmış ve iki yılda bitirilmesi planlanmıştı. Fabrika, 28 bin 236 iğe, yılda 2 bin 914 ton pamuk tüketimine ve 20 numara bazında 3 bin ton iplik üretim kapasitesine sahip bir kombina olarak tasarlanmıştı. Nazilli Basma Fabrikası'nın temeli, 23 Ağustos 1935'te Ekonomi Bakanı Celal Bayar tarafından atılmıştı. Temel atma töreninin ardından Aşağı Nazilli'de 502 bin 098 m2'lik alanda Nazilli Basma Fabrikası inşa edilmeye başlanmıştı. 29 Ekim 1937'de açılması planlanan fabrika, daha önce bitirildiği için, planlanandan 20 gün önce, 9 Ekim 1937'de açılmıştı. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Ege Manevraları'na katılmak için 8 Ekim 1937'de Ankara'dan hareket etmiş, 9 Ekim 1937'de Aydın'a ulaşmıştı. 9 Ekim 1937 Pazar günü, sabahın erken saatlerinden itibaren Nazilli kalabalıklaşmaya başlamıştı. Ulus gazetesinin deyişiyle "Kasaba emsalsiz bir bayram şenliği içinde çalkalanıyordu." (Ulus, 10 Ekim 1937). Atatürk orada biraz dinlendikten sonra "Gıdı Gıdı" adlı özel fabrika treniyle Nazilli Basma Fabrikası'na geçmişti. Bayar, 18 ayda kurulan fabrikanın yaklaşık 7.5 milyon liraya mal olduğunu belirtmiş ve üretim kapasitesi hakkında bazı bilgiler vermişti. Celal Bayar'ın konuşmasının ardından fabrika izcileri, Nazilli sporcuları ve kadın erkek fabrika işçileri Cumhurbaşkanı Atatürk'ün önünde resmigeçit yapmıştı. Anahtarın üzerinde "Nazilli Basma Fabrikası, 9/10/1937" yazmaktaydı. Başbakan İsmet İnönü ve Prof. Afet İnan'la birlikte otorayla Nazilli İstasyonu'na geçen Atatürk, oradan saat 16.15'te özel treniyle manevra sahasına doğru hareket etmişti. Sinan Meydan, Cumhuriyetin Sosyo-Kültürel Fabrika Örneği: Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası, Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
09 Ekim 2024 04:44
Ulus Olabilmek
Türkiye, Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan ile bunu başardı. Gerçek şu ki, Ortadaoğu'nun asıl talihsizliği, Atatürk'ün yaklaşık 100 yıl önce gördüğü bu evrensel gerçeği 100 yıl sonra bile görebilen bir lider çıkaramamış olmasıdır. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı şöyle diyor: "Çağdaş yaşayabilmek için önce ulus olabilmek gerekiyor. Uluslaşma aşamasını geride bırakmamış hiçbir toplum çağdaşlaşamamıştır, demokratikleşememiştir. Ne demek uluslaşmak? Aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanlar arasında bir biz duygusunun, bir dayanışma duygusunun uyanmış olması demek. Başka bir deyişle kabile düzeninin, aşiret düzeninin geride kalmış olması demek. Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın öncülüğünü yapmaya başladığı zaman 1920'ler Anadolu'sunda 24 etnik kökenden gelen insan vardı, ama bir ulus yoktu. Ve ulus olmadan da çağdaşlaşılamayacağının bilinci Atatürk'te çok belirgin olarak vardı. Burada önemli olan şu: Nasıl bir ulus kavramından hareket ediyorsunuz? Eğer ulusu siz ırka dayandırırsanız, dine dayandırırsanız başka bir ulusçuluğa varırsınız. Ulusçuluğu Atatürk'ün anladığı gibi bir kültür birliğine dayandırırsanız başka bir ulusçuluk anlayışına varırsınız. Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı ortak geçmiş, ortak dil, ortak kültür üzerine kurulu bir ulusçuluk anlayışı idi." Atatürk'ün, Türkiye'deki kurtarıcı etkisinin odağında dağılmış ve yıkılmış çok uluslu bir din-tarım imparatorluğunun küllerinden tam bağımsız, laik ve çağdaş bir ulus devlet kurmuş olması vardır. Özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ve 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında ve sonrasındaki Türk düşmanlığı, Türklerin katledilmesi ve göçe zorlanması, bu sırada Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Ziya Gökalp gibi Türk aydınlarının bilinçli çabası ve İttihat Terakki'nin ulusçu politikalarıyla "Türkçülük" adı altında Türk ulusçuluğu gelişmeye başladı. Bu süreçte Türk Bağımsızlık Savaşı'nın önderi, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal (Atatürk)'ün bilinçli çabaları çok etkili oldu. Bu öylesine bilinçli bir çabaydı ki, Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk), İzmir'in kurtuluşunun ardından, 12 Eylül 1922'de İzmir'den yayımladığı millete beyannamesine "Büyük, asil Türk Milleti" diye başlıyordu. Böylece Türkiye etnik köken, din, hatta mezhep ayrımı ile parçalanmak istenmişti. Bu doğrultuda Cumhuriyetin kurucu anayasası durumundaki 1924 Anayasası'nın 88. maddesinde Türk milleti, "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur" diye tanımlandı. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, 1930 yılından itibaren liselerde okutulan "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" adlı kitabında milleti, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" diye tanımlıyor. Daha sonra uzun uzun Türk milletini anlatıyor: "Türk milleti halk idaresi olan cumhuriyetle idare edilir... Türk devleti laiktir. Her reşit dinini seçmekte serbesttir. Türk milletinin dili Türkçedir... Ahlakın, millet oluşumundaki yeri çok büyüktür, mühimdir..." diye devam ediyor. Atatürk, milleti tanımlarken "etnik ayrımcılığa" da karşı çıkıyor. Atatürk'ün ulus tanımı laiktir. "Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dini yoktur… Devlet idaresindeki bütün kanunlar, kurallar, ilmin çağdaş uygarlığa sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır. Din anlayışı vicdani olduğundan, Cumhuriyet din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür." (M. Kemal Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2010, s. 40-47, 86-87; Atatürk'ün Bütün Eserleri, C. 23, s. 17-24, 58-59) Türkiye Cumhuriyeti'nin belki de en önemli özelliği, Atatürk'ün bu devleti, laik bir ulus devlet olarak kurmuş olmasıdır.
02 Ekim 2024 04:42
Dünya Anayasalarında Değiştirilemez Maddeler
Üniter yapı ve cumhuriyet rejimi değiştirilemez. Anayasadaki ifadeyle "Ülkenin bütünlüğüne zarar verecek hiçbir değişiklik usulüne girişilemez ve böyle bir usul sürdürülemez. Hükümetin cumhuriyet niteliği değişiklik konusu yapılamaz." Fransa'da ilk kez 1875 tarihli 3. Cumhuriyet Anayasası'nda 1884'te yapılan değişiklikle "cumhuriyetin değiştirilemeyeceği" kabul edilmişti. Ayrıca Alman Anayasası'na göre 1 ve 20. maddelerde yazılı aşağıdaki ilkeler değiştirilemez: 1. madde: 1) insan onur ve haysiyeti dokunulmazdır. 3- Portekiz Anayasası (1976): 288. maddeye göre anayasada değişiklik yapılırken şunlar değiştirilemez: 9- Bosna Hersek Anayasası (1995): Anayasada yapılan hiçbir değişiklik 2. maddedeki haklara ve özgürlüklere aykırı olamaz ve bu paragrafı değiştirilemez. 2- Brezilya Anayasası (1946 ve 1988): Federal yapı ve cumhuriyet şekli, seçimler, kuvvetler ayrılığı, bireysel haklar ve güvenceler değiştirilemez. 3- Ekvador Anayasası (2008): Anayasada tanınmış olan haklar, devletin temel yapısı veya doğası ve kurucu ögeleri, hakları, güvenceleri ve anayasanın değişiklik usulü değiştirilemez. Azerbaycan devletinin demokratik, hukuki, dünyevi ve üniter bir cumhuriyet olduğu, hâkimiyetin Azerbaycan halkına ait olduğu, kuvvetler ayrılığı ilkesi, cumhurbaşkanının yetkileri ile devletin dilinin Azerbaycan dili olduğunu anlatan 1-2-6-7-8-21. anayasa maddeleri ile insan hak ve özgürlüklerine ilişkin maddeler değiştirilemez. "Anayasal Sistemin Temel İlkleri" başlıklı 1. "Kişi Hak ve Özgürlükleri" başlıklı 2. ve "Anayasa Değişiklikleri" başlıklı 9. bölümdeki maddeler Federasyon Konseyince değiştirilemez. 5- Tacikistan Anayasası (1994): Cumhuriyet rejimi, toprak bütünlüğü, devletin demokratik, seküler, sosyal hukuk devleti olduğu değiştirilemez. 8- İran Anayasası (1979): Resmi din ve mezhep değiştirilemez. 9- Tayland Anayasası (2007): Kralın yönettiği demokratik rejimin değiştirilmesi veya devletin şeklinin değiştirilmesi yönünde anayasa değişikliği teklif etmek yasaktır. Cumhuriyet şekli değiştirilemez. 3- Cezayir Anayasası (1963): Cumhuriyet rejimi, çok partili demokratik düzen, devletin dini, Arapçanın resmi dil olduğu, hak ve özgürlükler, ulusal birlik ve bütünlük, cumhuriyetin sembolleri olarak ulusal amblem ve ulusal marş değiştirilemez. 6- Kamerun Anayasası (1972): Cumhuriyet rejimine, devletin birliği ve toprak bütünlüğüne, devletin demokratik yapısına aykırı hiçbir anayasa değişikliği yapılamaz. Akif Tögel, "Dünya Anayasalarında Değiştirilemez Maddeler ve Türkiye'nin Yeni Anayasası İçin Öneriler", TAAD, Yıl: 7, Sayı: 27, Temmuz 2016, s.769- 792.
25 Eylül 2024 04:39
Meb'in Tarihi Çarpıtması
Okullar, 9 Eylül'de açılmasına rağmen, MEB'in "Bağımsızlık ve Vatan Sevgisi" başlıklı dersinin yönergesinde 9 Eylül'den, İzmir'in ve Anadolu'nun kurtuluşundan, Türk Bağımsızlık Savaşı'ndan da eser yok. Çünkü bu topraklarda 9 Eylül'de "Bağımsızlık ve Vatan Sevgisi" denilince Türk ulusunun her ferdinin aklına İzmir gelir, Türk Bağımsızlık Savaşı gelir, Mustafa Kemal Atatürk gelir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti'nde 9 Eylül'de başlayan eğitim öğretim dönemi eğer "Bağımsızlık ve Vatan Sevgisi" dersiyle başlayacaksa bu dersin konusu "Çanakkale'den Gazze'ye Vatan Savunması ve Bağımsızlık Mücadelesi" değil, "Çanakkale'den İzmir'e (hatta İstanbul'a) Vatan Savunması ve Bağımsızlık Mücadelesi" olmalıdır. Eğer Türk Bağımsızlık Savaşı ile İslam dünyası (ve Filistin) arasında bir ilişki kurulmak isteniyorsa, bu da "Çanakkale'deki Türk-Arap ortak direnişi" biçimdeki tarihsel çarpıtmalarla değil, Mustafa Kemal (Atatürk) önderliğindeki Türk Bağımsızlık Savaşı'nın – bağımsızlıkçı Araplar dahil- ezilen, sömürülen tüm mazlum uluslara örnek olduğu tarihi gerçeği üzerinden yapılmalıdır. Ancak Çanakkale Savaşlarında 72. ve 77. alaylar içindeki Araplar -MEB'in kahramanlık hikâyesindeki gibi- çok da kahramanca mücadele etmemişlerdi. Çanakkale'de, 25 Nisan 1915 çıkarmasında, 57. Alay'la düşmanın karşısına çıkan 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, ilk direnişten sonra, 19. Tümen'e bağlı 72. ve 77. alayların da muharebeye katılmasını istemişti. Ancak 77. Alay'dan neredeyse hiç yararlanılamamıştı. 77. Alay, hem Mustafa Kemal (Atatürk)'ün "Arıburnu Muharebeleri Raporu"nda, hem 27. Alay ve 57. Alay komutanlarının yazdıkları ceridelerde çok ağır biçimde eleştirilmişti. 19 Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk), 26 Nisan sabahı 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa'ya gönderdiği bir raporda "Sol cenahta 77. Alay'ın kendiliğinden çekildiğini" yazmıştı. Hüseyin Avni Bey, "Teessürle arz ederim ki… 72. Alay zabitan ve tabur komutanının korkaklığı yüzünden bu taburun cephesindeki düşman siperi zapt edilememiştir" diyerek bunların yerine 125. Alay'dan bir tabur gönderilmesini istemişti. I. Dünya Savaşı'nda bazı Arap aşiretlerinin İngilizlerle birlikte hareket edip Osmanlı'ya karşı savaştığını ve Osmanlı'nın, 1917-1918'de, İngiliz-Arap ortak hareketi sonrasında Suriye ve Filistin'i kaybettiğini gizledi. I. Dünya Savaşı'nın başlarında, Şerif Hüseyin'in oğullarından Emir Abdullah, 14 Temmuz 1915'te Kahire'de, Arap Yarımadası'nın ve halifeliğin "Arap ulusunun" hakkı olduğunu söyleyerek bir Arap Devleti kurulması için İngilizlerden yardım istedi. 9 Eylül 1915'te bu sefer Şerif Hüseyin, İngilizlerden, söz konusu Arap Devleti'nin sınırlarıyla ilgili bir antlaşma yapılmasını istedi. MEB, Osmanlı'ya karşı Arap isyanının temellerinin atıldığı 9 Eylül'de okullarda Türk-Arap birlikteliğini anlattırdı.) 24 Ekim 1915'te İngiliz McMahon, Arap Şerif Hüseyin'e gönderdiği meşhur mektubunda "Büyük Britanya, Mekke Şerifi'nin talep ettiği sınırlar dahilindeki bölgelerde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye hazırdır" diyordu. 15-16 Mart 1916'da İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından imzalanan Sykes-Picot Antlaşması'na göre Filistin'in de içinde olduğu Ortadoğu, İngiliz, Fransız mandasında Osmanlı'dan ayrılacaktı. I. Dünya Savaşı'nda Suriye-Filistin Cephesindeki Türk ordusu, Arap isyancılarca desteklenmiş İngiliz ordularına karşı savaşmak zorunda kalmıştı. Allenby, Lawrence'den, Arapların 16 Eylül 1918'de Hicaz hattına saldırmasını istemişti. Suriye-Filistin Cephesinde, 19 Eylül 1918'de başlayan İngiliz genel taarruzu karşısında Liman von Sanders'in komutasındaki Yıldırım Orduları dağılmış, 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, dağılan orduları derleyip toplayıp Halep'in kuzeyine çekmişti. Mustafa Kemal Paşa, 25 Ekim 1918'de, Halep'te Türk ordusuna saldırılan Arap isyancı kuvvetlerle savaşmıştı. Mustafa Kemal Paşa, 25 Ekim 1918'de birlik komutanlarına şu emri vermişti: "Bu akşam Halep ilerisindeki kuvvetleri geri çekeceğim, yarın Halep'in kuzeybatısında İngiliz ve Araplarla muharebe edeceğim. Buna göre hareketi düzenleyiniz." (Atay, s. 67-69)
11 Eylül 2024 04:30
'Alp Kadınlardan Kadın Teğmenlere' Mustafa Kemal'in Askeri Olmak
Mustafa Kemal'in askeri olmak, tam bağımsız, üniter, laik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin askeri olmak demektir. 30 Ağustos'tan beri genç teğmenlerimizi konuşuyoruz. Genç teğmenlerimizin mezuniyet törenlerinde kılıçlarını havaya kaldırarak ettikleri, vatana, millete, laik ve çağdaş Cumhuriyete bağlılık yemini ve "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganı, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarını çok rahatsız etti. Türk tarihinde, uzun bir aradan sonra, 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı'nda Türk Alp kadınları yeniden sahne aldılar. Atatürk, bu topraklarda her şeyden önce üç şeyi özgürleştirdi: Akıl, vicdan ve kadın. 1930-1934'te seçme seçilme hakkı ile Türk kadını Meclis'e girdi, milletvekili oldu. (Ulus, 28 Mart 1938) 1955 yılında ilk olarak İnci Arcan Kara Harp Okulu'na girdi. 1955 yılında Kara Harp Okulu'na 3, Hava Harp Okulu'na 6, Deniz Harp Okulu'na 4 kadın öğrenci kaydedildi. 30 Ağustos 1957 günü genç kadın subaylara Türk Silahlı Kuvvetleri'nde silah kuşanma hakkı verildi. Kadınlar, 1992'de ikinci kez Harp Okullarına girme hakkını elde ettiler. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde kurulan Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarına öğrenci alım şartları değişti. 2024'te Cumhuriyetimizin 101. yılında, ilk kez Kara, Hava ve Deniz Harp Okullarının birincileri kadın teğmenler oldu. Bu başarı, hiç şüphesiz Atatürk'ün, laik Cumhuriyetin ve Türk kadınının başarısıdır. Dönemin kaynaklarında, Mustafa Kemal'in önderliğinde vatan savaşı veren Türk ordusunun bireyleri "Mustafa Kemal'in askerleri", aynı amaçla mücadele eden Kuvayı Milliyeciler "Kemalci" veya "Kemalist" diye adlandırılmıştı. Çünkü bu toprakların hâlâ Türk vatanı olarak kalmasını sağlayan Çanakkale'nin Anafartalar kahramanı, Milli Mücadele'nin örgüt lideri, ilk TBMM'nin başkanı ve Kurtuluş Savaşı'nda Türk ordusunun başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk'tü. Osmanlı'nın küllerinden bir Türkiye Cumhuriyeti çıkaran Mustafa Kemal Atatürk'ten başkası değildir. Dolayısıyla Türk ordusu, Türk milleti ve Türk devleti Mustafa Kemal Atatürk'le özdeşleşmiştir. Mustafa Kemal'in askeri olmak, herhangi bir tarikatın, cemaatin müridi olmamak demektir. Son yıllarda Atatürksüz yeni bir milliyetçilik (yerlilik, millilik) üretme projesi kapsamında "Türk milleti, Türk ordusu ve Mustafa Kemal Atatürk" arasındaki bağ koparılmak istendi. Evet, hepimiz, "Mustafa Kemal'in askerleriyiz!" Merve Yalımel- Özgür Türker, "Cumhuryetin Alp Kadınları ve Karşılaştıkları Zorluklar," Türk Dünyasında Alp Kadın Uluslararası Sempozyumu, 8-10 Mart 2022.
04 Eylül 2024 10:15
'Alp Kadınlardan Kadın Teğmenlere'
Mustafa Kemal'in askeri olmak, tam bağımsız, üniter, laik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin askeri olmak demektir. 30 Ağustos'tan beri genç teğmenlerimizi konuşuyoruz. Genç teğmenlerimizin mezuniyet törenlerinde kılıçlarını havaya kaldırarak ettikleri, vatana, millete, laik ve çağdaş Cumhuriyete bağlılık yemini ve "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganı, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarını çok rahatsız etti. Türk tarihinde, uzun bir aradan sonra, 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı'nda Türk Alp kadınları yeniden sahne aldılar. Atatürk, bu topraklarda her şeyden önce üç şeyi özgürleştirdi: Akıl, vicdan ve kadın. 1930-1934'te seçme seçilme hakkı ile Türk kadını Meclis'e girdi, milletvekili oldu. (Ulus, 28 Mart 1938) 1955 yılında ilk olarak İnci Arcan Kara Harp Okulu'na girdi. 1955 yılında Kara Harp Okulu'na 3, Hava Harp Okulu'na 6, Deniz Harp Okulu'na 4 kadın öğrenci kaydedildi. 30 Ağustos 1957 günü genç kadın subaylara Türk Silahlı Kuvvetleri'nde silah kuşanma hakkı verildi. Kadınlar, 1992'de ikinci kez Harp Okullarına girme hakkını elde ettiler. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde kurulan Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarına öğrenci alım şartları değişti. 2024'te Cumhuriyetimizin 101. yılında, ilk kez Kara, Hava ve Deniz Harp Okullarının birincileri kadın teğmenler oldu. Bu başarı, hiç şüphesiz Atatürk'ün, laik Cumhuriyetin ve Türk kadınının başarısıdır. Dönemin kaynaklarında, Mustafa Kemal'in önderliğinde vatan savaşı veren Türk ordusunun bireyleri "Mustafa Kemal'in askerleri", aynı amaçla mücadele eden Kuvayı Milliyeciler "Kemalci" veya "Kemalist" diye adlandırılmıştı. Çünkü bu toprakların hâlâ Türk vatanı olarak kalmasını sağlayan Çanakkale'nin Anafartalar kahramanı, Milli Mücadele'nin örgüt lideri, ilk TBMM'nin başkanı ve Kurtuluş Savaşı'nda Türk ordusunun başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk'tü. Osmanlı'nın küllerinden bir Türkiye Cumhuriyeti çıkaran Mustafa Kemal Atatürk'ten başkası değildir. Dolayısıyla Türk ordusu, Türk milleti ve Türk devleti Mustafa Kemal Atatürk'le özdeşleşmiştir. Mustafa Kemal'in askeri olmak, herhangi bir tarikatın, cemaatin müridi olmamak demektir. Son yıllarda Atatürksüz yeni bir milliyetçilik (yerlilik, millilik) üretme projesi kapsamında "Türk milleti, Türk ordusu ve Mustafa Kemal Atatürk" arasındaki bağ koparılmak istendi. Evet, hepimiz, "Mustafa Kemal'in askerleriyiz!" Merve Yalımel- Özgür Türker, "Cumhuryetin Alp Kadınları ve Karşılaştıkları Zorluklar," Türk Dünyasında Alp Kadın Uluslararası Sempozyumu, 8-10 Mart 2022.
04 Eylül 2024 04:45
Büyük Taarruz Öncesinde Padişah Vahdettin
Padişah Vahdettin, 21 Ağustos 1920'de İngiliz Robeck'le görüştü. Padişah bu görüşmede Mustafa Kemal ve arkadaşlarından "Ülkesini yıkmış olan maceraperestler" diye söz etti. Padişah Vahdettin, Londra Konferansı sırasında, 23 Mart 1921'de de sırasıyla İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcileriyle görüştü. "Salonda, sultan, ben ve yardımcım Andrew Ryan'dan başka kimse yoktu. Sultan kendi tercümanını salıverdi ve Ryan'ın tercümanlık etmesini buyurdu. Sonra da Londra'da yapılmakta olan konferansla ilgili Mustafa Kemal'den Tevfik Paşa'ya gönderilmiş üç telgrafa değindi. Ankara'nın kendi tahtını tehlikeye düşürmek ve kendi yetkisini kırmak amacı güttüğünü söyledi. Şunları ekledi: Anadolu'da durum şöyledir: Bir avuç haydut orada erki ele geçirmiştir. Sayıları azdır, ama tam olarak halkın boğazına ilmiği geçirmişlerdir ve halkın itaatkâr, korkak ve yoksul olmasından yararlanmaktadırlar. Onların gücü, kendi çıkarları olan 16 bin subayın desteğine dayanır. Ankara önderleri (Mustafa Kemal ve arkadaşları), bu ülkede gerçek çıkarları olmayan, ülkeyle kan ve başka ilişkileri olmayan kişilerdir. Mustafa Kemal, kökeni bilinmeyen Makedonyalı bir asidir. Onun kanı, Bulgar, Yunan veya Sırp kanı olabilir. Türk olmayan, Arnavut, Çerkez olan hepsi de birbirine benzemektedirler. Onlar arasında tek bir gerçek Türk yoktur. Buna rağmen ben ve hükümetim onların önünde güçsüzüz. Gerçek Türkler merkeze sadıktır ama tehdit ediliyor ve aldatılıyorlar. Bu adamlar bana boyun eğdirmeye çalışıyorlar ve dıştan Bolşeviklerden yardım sağlamaya uğraşıyorlar…" (2) İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Sakarya Meydan Muharebesi'nden bir süre sonra, 9 Ocak 1922'de, Lord Curzon'a gönderdiği bir raporda Mustafa Kemal Paşa'yı etkisizleştirmek için Padişah Vahdettin'e verilecek görevden şöyle söz ediyordu: "Müttefikler aralarında birliği sürdürür ve padişaha bir antlaşma sunarak onaylatabilirlerse padişahın Anadolu'ya başvurarak halkın desteğini sağlaması, (Mustafa) Kemal'i güç bir durumda bırakması olanaklıdır." (3) İngiltere Büyükelçiliği Baştercümanı Ryan'ın, 7 Şubat 1922'de Londra'ya gönderdiği "Mustafa Kemal Paşa'yı devirme planına" göre de Mustafa Kemal Paşa dışarıdan İtilaf Devletleri'nin askeri gücüyle değil, içeriden saltanatın gücüyle devrilecekti. Böylece Mustafa Kemal de kendiliğinden etkisizleştirilmiş olacaktı. Özetle İngiltere, Vahdettin'i kullanarak Mustafa Kemal'i devirmeyi planlıyordu. 24 Ocak 1922 günü Sir Horace Rumbold, Sadrazam Damat Ferit'le görüştü. Padişah Vahdettin, 25 Mart 1922'de, yani Büyük Taarruz'dan 5 ay önce, İngiltere'ye bir teklifte bulundu. 25 Mart 1922'de Padişah Vahdettin, Sadrazam Tevfik Paşa'yı gizlice İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold'a gönderdi. İngiliz Arşivlerinde bulduğu bu belgeyi 1972 yılında "İngiliz Belgeleri İle Sakarya'dan İzmir'e" adlı kitabında yayımlayan Bilal Şimşir'in söz konusu belge hakkındaki şu yorumu dikkat çekicidir: "Osmanlı hanedanının son padişahı ne kadar da alçalabilmişti! Düpedüz bir memleket parçasını satmayı teklif ediyordu. İkinci Abdülhamit'in İngiltere'ye Kıbrıs Adası'nı verdiği gibi Sultan Vahdettin de boğazlar bölgesini vermeyi teklif ediyordu. İngiltere, Boğazlar bölgesinde kendi askerlerini bulundurabilecekti. Ama o kadarla da kalmayacaktı. Bu bölgenin idaresini de alacaktı. Kaldı ki, boğazları İngiltere'ye devretme teklifi Edirne'yi almak için yapılmıyordu. Asıl derin saik Mustafa Kemal korkusuydu. Sultan Vahdettin, Mustafa Kemal yüzünden tahtının elden gidebileceğini anlamaya başlamıştı. Tahtını koruyabilmek kaygısıyla boğazlar bölgesini İngiltere'ye devretmeyi adeta yalvarırcasına teklif ediyordu." (8) Padişah Vahdettin daha sonra, Mustafa Kemal'in Mehmet Ali Paşa gibi isyan ettiğini belirtiyor. Padişah Vahdettin, 7 Ağustos 1922'de, İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold'la bu görüşmeyi yaptığında, 26 Ağustos 1922'deki Büyük Taarruz'un başlamasına sadece 19 gün vardı. 1. Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı, Ankara, 2007, s.109. 3. FO, 371/7853/E, 320, Rumbold'tan Curzon'a telgraf, 6.1 1922; Sonyel, s.160. 7. Antlaşmanın tüm maddeleri için bkz. FO, 371/7860, P.37-41. Ayrıca bkz. FO, 371/7859/E.3443; Şimşir, s. 388-390.
28 Ağustos 2024 05:10